Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Kemal Tahir ile Umberto Eco nasıl yazardı?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kemal Tahir’in 1968 yılında eşi Semiha Hanım’la birlikte Sovyetler Birliği’ne gittiklerini biliyordum ama Türk solcularının Stalin’den mütevellit bir “resmi tarih” uydurmaya çalıştıkları o gerçeküstü zamanlarda Kemal Tahir’in Sovyetler Birliği hakkında ne düşündüğüne dair kayda değer bir bilgiye hiçbir yerlerde rastlamamıştım.

        Son dönemde Ketebe’nin yayınladığı bütün eserleri serisi içinde çıkan “Kolayına Kaçmayalım, 1950 Sonrası Yazılar/Soruşturmalar/Söyleşiler” kitabında Necmi Onur’un 13 Ekim 1970’te “Yeni Gazete”de çıkan “Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor?: Kemal Tahir” başlıklı yazında, bu seyahate dair kıymetli bir iki anekdot çıktı karşıma.

        Necmi Onur ile Doğan Hızlan, Kemal Tahir’i Göztepe’deki evinde ziyaret ediyorlar. Ünlü yazarla biraz sohbet edip, “nasıl çalıştığını” yerinde görüp gözlemlerini gazetede yayınlayacaklar. Ancak asıl mevzuya gelmeden Necmi Onur, Kemal Tahir’in iki sene önce çıktığı Moskova seyahatinden bahseder önce.

        Onur’un yazdıklarına göre Kemal Tahir seyahat sırasında mihmandarlarını epeyce yormuş. Önce onu “Bolşoy Balesi”nin gösterisine götürmek istemişler, Kemal Tahir pek istekli olmamış. Arkasından, Komünist Partisi’nin 6 bin 500 kişilik toplantı salonunu göstermek istemişler, orayı da görmek istememiş, “Çimento icat olduktan sonra böylesi yapıları inşa etmek pek matah bir şey değil” demiş. Moskova’ya giden her komünistin ilk görmek istediği Lenin mozolesine gelmiş sıra, onu da “hayır” diyecek değil ya? Oraya gitmeyi teklif edince mihmandar, “Türbelerle pek aram yok” demiş Kemal Tahir ve ardından kendisini gezdirmek isteyenlerin gönlünü hoş tutmak için, “Siz bana ille bir şey göstermek istiyorsanız, beni Dostoyevski’nin evine götürün,” demiş.

        *

        Kapıyı Kemal Tahir’in kendisi açar Necmi Onur ile Doğan Hızlan’a, çok içten karşılar misafirlerini. Yazarlık mesleği üzerine konuşmaya başlamadan önce söz döner dolaşır “doktrin kavgasına” gelir. Kemal Tahir şunları söyler:

        “Biz sosyalizmi yerli yapamadık. Çünkü işin kolayını aramaktayız. Uzun süre Stalin’in arkasından gittik. Şimdi de Mao Çe Tung diye, tanımadığımız ve bilmediğimiz bir adamın arkasından gidiyoruz. Yani aslında Türk sosyalisti olmamız lazım. Hatta gerekirse Türk komünisti olmamız lazım. Bunun için de bir şeyler bilmek gerek. Tarihi bilimsel açıdan incelemek gerek.”

        Yukarıda andığım kitapta Kemal Tahir’le Çetin Yetkin’in yaptığı ve “Türkiye Defteri”nde 2 Aralık 1973’te yayınlanmış “Sol Bölünmeler Üstüne Konuşma” diye bir de röportaj var. O mülakatta Kemal Tahir, Sovyetler Birliği gezisinden de bahseder. O gezi sırasında Sovyet yazarlarının en çok ona Çin hakkında ne düşündüğünü sorduklarını söyler. O da onları hiç ciddiye almaz “Çin diye bir yer bilmediğini, orası da neresi” diye bu kez o onlara sorduğu belirtir. “Bana neden Türkiye’yi değil de Çin’i ve Mao’yu soruyorsunuz?” der onlara. “Sizin aranızdaki mücadeleden bana ne” der. “Biz henüz Türkiye’yi öğrenemedik, nerde Çin ve Mao Çe Tung!”

        *

        Nihayet sıra Kemal Tahir’in “nasıl çalıştığına” gelir.

        Kemal Tahir, konuşmanın başında “bazı yazarlardaki kendine özgü acayiplikleri arıyorsanız onlar bende yok” diyerek anlatmaya başlar çalışma tarzını. Yazı masasının başına oturur ve çalışmaya başlarmış. Evinde ve masası olmadan çalışmaz. Zamanları gece ve gündüz olarak ayırır. Gündüzleri sabah 9’da geçer masa başına, 13’e kadar yazar. Yemek sonrası saat 17’e kadar dinlenir. Sonra tekrar yazmaya başlar. Çalışma süresi 3, 4, 5 hatta 14 ay kadar devam edebilir. Geceleri çalışıyorsa eğer saat 22 ile sabah 5 arasını tercih eder. Belirli alışkanlıkları da var Tahir’in; saat 11’de bir kahve, 1’de bir sigara, akşamüzeri de iki bardak şekersiz çay içer. Romanlarını yazarken pek “doğum sancıları” çekmez. Ama kafada oluşturduğu kaba planı her zaman yazma sürecine birebir uymaz. Onun için asıl çalışma roman öncesi malzeme biriktirme sürecidir, bu süreç keyiflidir, yazma aşaması da ona göre hamallık sürecidir. Çalışmaktan yorgun düştüğünde evin içinde gezintiye çıkar. Yakın bir zamanda doktora gitmiş, kan deveranında bir aksaklık olabilir demişler, doktora demiş ki, “benim işim yatağa gitmek, oradan masaya gelip çalışmak” demiş, beklemiş ki doktor, “Çıkıp biraz dolaşın” desin, tam tersine doktor, “Elbette, biz iki satır reçete yazmak için, elde çanta sabahtan akşama kadar sokaklarda dolaşıyoruz, siz evden çıkarsanız o kitapları nasıl yazacaksınız” demiş. Çoğu zaman yatakta ve bazen de masada okuyor ne okuyacaksa. Dinlenmeye gelince, her roman sonrasında uzun bir Anadolu seyahatine çıkar, bir defa gittiği yere beş defa daha gitse sıkılmaz. Manzaraya karşı yazamaz, ona göre manzara yazarın fikirlerini böler. Köy hayatını hiç sevmez, medeni vasıtaları sever; elektrik yanmalı, su akmalı, insan için rahatlık olmalı, aşırı yoksulluktan hiç haz etmez. Kendini dünyanın en şanslı yazarı olarak görür. Çünkü kardeşi onun yerine de çalışır, ağabeyinin yazması için ona hiçbir geçim sıkıntısı çektirmez. Bu yüzden 24 saatin 24’ünü de romanlarına ayırabilir. Ona göre bu dünyada hiçbir yazara nasip olmamış bir ayrıcalıktır.

        Kemal Tahir, haksız yere çok uzun yıllar hapis yatmış bir yazardır. Ancak çıktıktan sonra yaşadığı haksızlığı malzeme yapmaz, ondan bir mağduriyet yaratarak edebiyatını yaşadığı acılar üstüne kurmaz. Yaşadıklarını yok sayar, hemen hemen hiç bahsetmez. Yaşatılanlardan dolayı topluma kızgın değildir. Bilakis saygısı vardır. Ona sıkıntı yaşatanlardan öcünü roman yazarak fazlasıyla aldığını düşünür, “analarından emdikleri sütü burunlarından getiriyorum” der. Hapishanelerde büyük yardım gördüğünü söyler. Orada geceleri çalışmış. Çalışmak için kırk kişilik koğuşlarda, herkesin uyumasını beklemekten başka çaresi yokmuş. Ona göre hapishanede uzun yıllar yatmak çok ağır bir şeydir ama o, onu iyi rastlantılarla yararlı hale getirmiş.

        *

        Kemal Tahir, roman meselesine herkesten farklı bakan bir romancıydı. Onun için roman bir araçtı. Tarih tezlerini sıradan insanlara ulaştırmanın aracı… Bizdeki insan dramı ile Batı’daki bireyin dramı farklıydı. Ona göre Batı romanındaki insan, temel kanunları çeşitli yönlerden derinlemesine, enine boyuna incelemiş bir toplumun bireyidir. Romancı, Batı’da birçok tarihsel, sosyal, ekonomik meselelere değinmek zorunda değildir. Buna ihtiyacı yoktur. Tersine bunu yapması onu romandan uzaklaştırır, belirli bir kültür düzeyine çıkmış bireye birtakım didaktik hikayeler anlatmak beyhudedir. Ama bizde toplumun ekonomik, tarihsel, sosyal meseleleri doğru düzgün çözümlenmemiş. Toplum yapısının temel kanunları belirlenmemiştir. Müesseseler arasındaki ilintiyi kolayına kavrayamayız. Bu yüzden insan dramları farklıdır. Bizde iki yüz yıldan beri hayatımız ikiye bölünmüş. Doğu ile batı arasında bir sarkaç gibi gidip geliyoruz. Ne tamamen Batılılaşıyor ne de kendimiz gibi kalabiliyoruz. Memleket insanının bu dramını yazmak isteyen romancı ister istemez bu kopuşu geniş kalabalıklara göstermek zorundadır.

        Bu durumda bizde romancının, bir roman yazarken eğlenmeye hakkı yoktur. Mutlaka ağır bir meselenin altına sokmalı eli.

        *

        Durum böyleyse eğer, “nasıl yazıyorsun” sorusunun cevabı da bizde ve Batılı yazarlarda farkı olur kuşkusuz. Batılı romancı, bizdekilerden daha az zahmete katlanır, daha çok iç sese yönelir, daha şahsi dramları yazar, orada daha da derinleşir. Çoğu zaman bir tarihçi, bir sosyolog gibi çalışmak zorunda değildir.

        Mesela Kemal Tahir, Umberto Eco’ya yetişmedi. Eco’nun ilk romanı “Gülün Adı” yayınlandığında Kemal Tahir öleli neredeyse on yıl olmuştu. “Gülün Adı” da tamamen sıradan bir konuşmanın ürünüydü. 1978 yılında bir yayıncı arkadaşı, felsefeci, sosyolog, politikacı gibi romancı olmayan şahsiyetlere birer polisiye hikaye ısmarlamasından bahseder Eco’ya. Eco da romanla alakası olmayan birisi olarak kesinlikle kısa bir polisiye hikaye yazamayacağını, en az beş yüz sayfa kalınlığında, Ortaçağ’da bir manastırda geçen bir kitap yazabileceğini söyler şakayla. Akşam eve gelince de bir kağıda daha önce yazdığı birtakım keşişlerin isimlerine bakar, demek ki ruhunun en derin köşesinde çoktan bir roman fikri gelip kurulmuş ama farkında değildir. Yavaş yavaş, gizemli bir kitap okurken zehirlenen bir keşiş fikri kafasında belirmeye başlar, “Gülün Adı” böyle ortaya çıkar. Eco, Kemal Tahir’in kendine yüklediği yükten farklı olarak “hayatının bir noktasında bir roman yazma dürtüsüne” kapılmış ve öyle yazmaya başlamış o devasa romanı.

        Umbero Eco, tıpkı Kemal Tahir’e gidip “romanlarınızı nasıl yazıyorsunuz?” diye soran Necmi Onur gibi gazetecilerin benzer sorusuyla karşılaştığında, genellikle soruyu geçiştirir, “Soldan sağa doğru yazarım” dermiş onlara. Bu tatmin edici olmayan cevabın Arap ülkeleri ve İsrail’de şaşkınlık yaratacağını biliyor üstelik. İlk romanını yazdıktan sonra “ilham”ın sanatsal açıdan saygın görünebilmek için hilebaz yazarların başvurduğu kötü bir kelime olduğunun farkına varır. Eski bir söz vardır, dehanın yüzde onu ilham, yüzde doksanı terdir derler. Arkasından Eco şunları söyler:

        Fransız şair Lamartine’in en iyi şiirlerinden birini nasıl yazdığından sıkça söz ettiği söylenir: Bir gece ormanda gezinirken şiirin ani bir ilhamla, aklına eksiksiz geldiğini öne sürmüş. Ölümünden sonra çalışma odasında o şiirin pek çok versiyonunu bulmuşlar, yıllar boyu yazıp yazıp düzeltmiş şiirini.”

        “Gülün Adı” yayınlandığında birçok eleştirmen romanın parlak bir “ilhamın” ürünü olduğunu öne sürer. Daha sonra, hayatında hiç roman yazmamış birisinin böyle eğlenceli bir “çok satan” roman yazmasının pek mümkün olmadığını söyleyip, kitabın bir bilgisayar programının ürünü olduğunu söylemeye başlarlar. Ancak ilk kişisel bilgisayarlar ve uygun yazılımlar 1980’lerin ortalarında çıktığında “Gülün Adı” çıkalı birkaç yıl olmuştu. Eco, bir süre sonra bu “bilgisayar ürünü” lafından çok rahatsız olur, oturur bilgisayarda yazılacak ve çok satacak bir kitabın formülünü hazırlar. (O bu formülü hazırladığında “yapay zeka” terimini kullanan bile yoktu dünyanın herhangi bir yerinde.)

        Eco’nun formülü şöyle:

        “İlk önce bir bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak; bilgisayar sizin adınıza düşünen zeki bir alettir. Bu, pek çok kişiye kesinlikle avantaj sağlayacaktır. Size bütün gereken, birkaç satırlık bir programdır; çocuklar bile becerir bunu. Ondan sonra bilgisayara yüz-yüz elli romanın, bilimsel çalışmaların, İncil’in, Kuran’ın içeriğini ve birkaç telefon rehberini (roman kişilerinin adlarını bulmakta çok yararlı olur) yüklersiniz. Diyelim ki 120 bin sayfa tuttu bunlar. Sonra, başka bir program kullanarak bunları birbirine katın; yani bütün bu metinleri birbiriyle karıştırın, bu arada da bazı düzeltmeler yapın -örneğin bütün e harflerini atın- amacınız sadece bir roman değil, Perec’in yaptığı gibi bazı harfleri bilerek atlanmış bir metin elde etmektir. Bu noktada ‘Yazdır’ düğmesine basarsınız, bütün e’leri atmış olduğunuzdan ortaya 120 bin sayfadan biraz daha kısa bir metin çıkar. Bu sayfaları birkaç kez dikkatlice okuduktan, en önemli paragrafların altını çizdikten sonra hepsini alıp bir fırına götürün. Bundan sonra size bir ağacın altına oturup elinize bir parça kömür ve kaliteli bir resim kağıdı alıp çeşitli şeyleri düşünerek iki satır yazmak kalır, örneğin. ‘Ay gökte yükseldi/ağaçlar hışırdıyor’ gibi. İlk başta ortaya bir roman değil de bir Japon haiku’su çıkmış olabilir. Ama önemli olan başlamaktır.” (Umbero Eco, Genç Bir Romancının İtirafları, Kırmızıkedi, s.7-14)

        Necmi Onur’un Kemal Tahir’e sorduğu “doğum sancıları” sorusuna benzer bir soruyla ilgili olarak da Eco, üçüncü romanından sonra yazdığı her romanın her biri bir imgeden öteye gitmeyen yaratıcı bir fikirden doğup büyüdüğünü söyler. Mesela “Gülün Adı”nı bir keşişi zehirlemek istediği için yazmış. Aklına gelen, kitap okurken zehirlenen bir keşiş imgesi onu çok heyecanlandırmış, yoksa bir keşiş öldürmek istediğinden değil. Şöyle devam eder:

        Bir Benedikten manastırını ziyaretim sırasında, Ortaçağ’dan kalma kemerli yollardan geçip karanlık bir kitaplığa girdiğimde, bir rahlenin üzerinde açık duran ‘Acta Senctorum’la (sekiz ciltlik Azizlerin Amelleri) karşılaşmıştım. Vitray camlardan içeri sızan cılız ışığın altında o devasa kitabın sayfalarını sessizce çevirirken heyecanlanmış olmalıyım. Kırk yılı aşkın bir süre sonra o heyecan biliçaltımdan dışarı çıkmıştı.” (a.g.e, s.19-20)

        *

        Kemal Tahir’e göre romancılık, madrabazlığa yatkın bir sanattır. İğneyle kuyu kazmayı göze almayanların işi değil o iş. Çilehanede çile çekmeyi göze almayanlar hiç girişmesin o işe.