Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar ‘Mutluluk illüzyonuyla ilişki olmaz'

        Pınar ERBAŞ / HT PAZAR

        Nerede doğdun?

        İngiltere'de. 3 aylıkken annem beni Türkiye'ye getirdi. İlkokulu burada okudum. Burada büyüdüm. 11 yaşında annem ve kardeşimle Avustralya'ya taşındık.

        Neden?

        Tamamen annemin fikriydi. O yaşta iki kere televizyona çıkmıştım. Normal bir gençlik yaşamamı istedi. İlgi odağı haline gelmemden korktu.

        Anneniz sizin için kendi kariyerini de geri plana atmış.

        O da değişim istiyordu. Annem küçülüğünü İngiltere'de bir köyde geçirmiş. İstanbul onun için illa ki bir baskı oluşturuyordur. İçindeki hippiyi ortaya çıkarmayı, yine o doğal yaşama dönmeyi arzulamış olabilir.

        Orada nasıl bir hayat başladı?

        Nelerle karşılaşacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Avustralya deniyor, herhalde biraz sıcaktır, timsahlar görürüm diye düşünüyorum. Hakikaten bir genç kızın yaşayabileceği çok güzel bir ortam vardı.

        'ÖNCE ANNEM DÖNDÜ, BEN KALDIM'

        Nasıl?

        Tabularla pek karşılaşmıyorsunuz. Görgü kuralları ya da kültürün getirdiği bir takım yaptırımlar var tabii ama kimse sizi yargılamıyor. "Başkası ne der" diye düşünmediğiniz için daha rahat hareket ediyorsunuz ve böyle böyle kendinizi buluyorsunuz. Neleri yapmaktan hoşlandığını, neleri sevmediğini deneyerek görüyorsun. Bir de sahillerle donanmış bir ülke. Genelde sıcak. İnsanlarda ortamın verdiği bir rahatlık var. Parmak arası terlikle 10 numara bir alışveriş merkezinde gezenler, bikiniyle oradan oraya yürüyenler... Bir göz alışmışlığı da oluyor. Bu da bir genç kız için önemli bir detay.

        Ne zaman döndünüz?

        2008' de.

        Niye peki?

        Aslında ilk annem döndü, ben kaldım. Daha da kalırdım ama Türkiye'yi genç bir kadın olarak tekrar görmek istedim. Bir de Londra'yla aradaki mesafe az. Ailemden herkes orada. Onlara da yakın olurum diye düşündüm.

        'BAYAĞI KAFAYI KIRDIM'

        Şok yaşadınız mı?

        Biraz. Ama Türkiye'ye küçüklükten kalan bir alışmışlık vardı. Yalnız Türkçe'yi hatırlamam gerekiyordu. Bayağı unutmuştum. Kendimi ifade edememek kabus gibiydi. "Ee nasıl derler..." Tamam ya ben çözeceğim bu işi deyip bir sürü kitap okudum. Çalıştım. Bayağı kırdım kafayı yani.

        Ooo, kafayı kırdım falan...

        Tabii artık hakimim. Ama işte dediğim gibi genç kadınlığa geçiş dönemini tamamen farklı bir kültürde geçirdikten sonra bir alışma dönemi oldu.

        Londra da seçimlerin arasında olabilirmiş.

        Londra çok melankolik, soğuk ve kasvetli bir yer. O ruh hali İngilizler'in tüm kültürüne yansıyor. Çok seviyorum İngiltere'yi, özlüyorum da. Küçük küçük dozlarda çok güzel ama fazlasına gerek yok.

        Döndüğün gibi dizide oynadın. Annen tanınmış bir isim olduğu için "İstiyorum" dedin ve oldu mu?

        Drama eğitimi almıştım ama profesyonel kamera önü deneyimim yoktu. Annemle bir röportaj verdik. Ardından teklifler geldi. Bir de ilk seferinde başrolde oynadım. Belki bunu sorgulamam gerekiyordu. Ama daha 18 yaşındaydım.

        Şimdi?

        23. Aslında aradaki 5 sene, o genç kadınlığa geçiş süreci çok önemli bir dönem.

        Seninki nasıl bir süreçti?

        Kendimi ne yöne çeksem, göz önünde olmayı seven biri miyim yoksa kendi halimde takılayım kimseye bulaşmayayım diyecek türden biri mi, gibi şeylerin sorgulamasını yaşadım.

        Ve nasıl bir kadın çıktı ortaya?

        Biraz erkeksi.

        'MASUM İFADEMDEN SIKILMIŞTIM'

        Aslında çok masum bir ifaden var.

        Evet ve bundan sıkılmıştım işte. İnsanın ruhunun masum kalması güzel tabii ama üstüne bir de masum bir görüntün olunca insanlar, "kolay faydalanılabilir biriymişsin" gibi düşünebiliyor. Çok mütevazi davrandığında da aynı şeyi yapabiliyorlar. Bir de ben o dişiliğin getirdiği fazla dikkat çekiciliği hiçbir zaman sevmedim. Zaten boyum uzun, topuklu giydiğimde gözlerin iki kat ilgiyle dönmesi çok hoşuma gitmiyor. Şort, rahat tişörtler, erkeksi çizmeler... Bu tarza daha yakın bir tavrım var. Aşk ve romantizme karşı değilim ama hayatta tek başıma kalsam dahi, kendi ayakları üzerinde, kararlarının ve ideallerinin arkasında durabilen bir kadın olmak istedim. Bedensel ve psikolojik sağlık açısından ileriye yönelik planlamalar yaptım.

        Bedensel derken...

        Disiplinden bahsediyorum. Bedenine yaptığın şey ruhuna da etki ediyor. Fazla abur cubur yememek, çok alkol almamak, hiçbir şeyin fazlasına kaçmamak... Yormamak kendini. Ne kadar manevi, ruhsal yaratıklar olsak da bizi bu dünyaya bağlayan şey bedenimiz. Buna çok inanıyorum. Sigarayı bıraktım mesela. Ki günde bir buçuk pakete çıkmıştım. Ve sabahları zor nefes alarak uyanıyordum. Onun verdiği fiziksel değişimi hissediyorsun ama her şeyden önce bırakmayı başarmış olmanın verdiği bir haz var.

        İyiymiş...

        Bir de ben hayatı biraz zorluyorum. Karşıma bir şey çıkarıyorum ve diyorum ki "Tamam, bunu yapacağım". Gelsin, gelsin diye bekleyip göğsümü gere gere karşılamayı seviyorum. Avustralya'yı bırakma sebeplerimden biri de buydu aslında. Çok rahattım, monotonlaşmıştı her şey. O güvenli yaşam alanından uzaklaşıp kendimi denemek istedim.

        Mükemmeliyetçilik var mı sende?

        Var. Ve fazlası çok kötü. Adım atmaktan alıkoyuyor insanı. Tam kafandaki gibi değilse başlamak istemiyorsun. Ama bir yandan da güzel bir şey. Belli kriterlerin oluyor. "Neyse bu seferlik de böyle olsun"a izin vermiyorsun.

        'BENDEN BEKLENENİN ALTINA DÜŞMEKTENSE...'

        "Kendi ayaklarımın üzerinde durmalıyım" dedin ya hani. Bu bazen bencilliğe de sebep olabiliyor. Kendinden başkasına tahammülün kalmıyor. Aile kurma isteğini geri plana itiyorsun.

        İşte o yüzden böyle bir girişimde bulunmadan önce hazır olduğundan emin olmalısın. "Hayatta beni tatmin edecek kadar çok şey yaptım, kendimi geliştirdim, bundan sonra enerjimin yüzde 75'ini çocuğuma harcamaya hazırım" diyebileceğim gün anne olmak istiyorum. Öncesinde kimseye bir yuva sözü veremem açıkçası. Benden beklenenin altına düşmektense tek başıma kalmayı tercih ederim.

        Bu aynı zamanda "Aşık olmak ya da yuva kurmak fedakârlık yapmaya hazır olduğum zamandır" mı demek?

        Evet. İçten gelen bir şey vardır ya hani. O tutku... Üzerine gidersin. Gerçek sevgi çıkar ortaya. Sonra saygıda kusur etmemek lazım. Çünkü o aradan kalktığında bütün o yoğun duygular da zedelenebiliyor. İşin sonunda iki kişinin birbirine olan hoşgörüsü giriyor devreye. Mesela ben ailemle bile çok vakit geçirmem. İlla ki seviyorum onları ama hep böyle tek başına kalma isteği oluyor. Arkadaşlarını gider görürsün, kardeşinle vakit geçirirsin, herkese ayırdığın bir vakit vardır. Ama bir ilişki içinde olmak, "Seninle hayatımla paylaşmaya hazırım" demek. Tabii belli bir yaştan sonra... Birine ruhunu açabilmek de fedakârlık gerektiriyor. Karşındakinin sınırlarını bilmen lazım. Hani başkası olsa kabul etmeyeceğin bir tavır karşısında bile, kötü bir gün geçirdi ve sinirli diye düşünüp tepkini biraz azaltabilirsin. Eğer "Aşığım" diyorsan tabii. Saygısızlık yapılmasına izin vermekten bahsetmiyorum ama...

        'DÜNYAM YIKILDI AMA TEKRAR TELEFONA SARILMADIM'

        Bu söylediklerin dizideki karakterin Irmak'a ne kadar da uzak!

        Irmak yaaaa. Üzülüyor insan. Canım benim! "Bir psikiyatriste gitsen, çözsen şu dertlerini, biraz sakinleşsen, nedir bu hırs" diyesin geliyor. Çok saldırgan bir kız çünkü. Bir de iş dünyasına genç yaşta girmiş ve hep dediğim dedik. Kahvesi soğuk geldi diye garsona çok keskin tepki veren, etrafında ha patladı ha patlayacak diye hep bir tedirginlik yaratan kadınlar vardır ya, Irmak da onlardan. Herkesin "Buyurun hanımefendi" demesine alışmış.

        Sevgilisini 50 kere arayıp karşı taraf nihayet açınca "Aşkım" demesine ne diyorsun?

        Bazen çok yüzsüzleşebiliyor. Anlamıyor. Mesela ben 17 yaşındayken bir çocuktan hoşlanıyordum; 2 kere aradım, açmadı. Dünyam yıkıldı ama tekrar telefona sarılmadım.

        Kaçan kovalanır durumu da var sanki...

        Biraz öyle. Ama Irmak takmıyor bunları. Gerçi Fırat'la aralarındaki ilişkiyle de alakalı bir şey bu. Çünkü Fırat'ta niye aradın beni tavrı yok. "Hayatım nasılsın" diye devam ediyor. O görmezden geldikçe Irmak da "Öyleyse sorun yok" diye düşünüyor.

        Çok güzel, her şeyi var ama yine de istenmeyen konumunda...

        Hakikaten zor durumda. Annesi babası vefat etmiş. Bunu dile getirip üzerinden prim yapan bir kız da değil. "Çok canım yanıyor"u göstermeyi sevmez asla. Ailesini keybettiğinden beri onun yerine kurabileceği kendi ailesini arıyor.

        Kardeşi bile "Biyolojik kardeşim sensin ama ben hayatta kardeş olarak Narin'i seçtim" dedi.

        Düşün yani. Zaten kıskanç, bir de üstüne "Ben nerede yanlış yaptım"ın verdiği eziklik ekleniyor...

        "Asla Irmak'ın şu yaptığını yapmam" dediğin ne var?

        Asla sevgilimin evine hizmetçi sokup ondan rapor almam mesela. Zaten bu kadar güvenmediğim bir insanla beraber olmam. Öbür türlü "Ben mi paranoyağım yoksa gerçekten biri mi var" diye düşünmekten mahvolursun.

        Acaba "O kadar hırslanmaya gerek yok, olacağı varsa oluyor" mu demek lazım?

        Elde etmek istediği kişi konusunda istikrarlı davranıp başarıyla sonuçlanan ilişkiler de gördüm. Karşındakinin inadından vazgeçmesini de bekleyebilirsin. Aslında işin özü şu; belki bir şekilde birlikte olacaksınız ama sana değer vermeyen biri için de vaktini, enerjini harcamanın alemi yok. Çünkü o zaman bekleyen sen olursun ve bu ilişkinizin referans noktası olarak kalır. O denge hiçbir zaman bozulmaz. Sen hep veren tarafsındır karşı taraf ister alır ister gider.

        Vazgeçin mi diyoruz o zaman?

        Bırakın evet. Tabii ki çok zor. Fakat mutlu olma illüzyonuyla bir ilişkiye başladığında da daha iyisi olmayacak. İçten içe sevilmiyor olduğunu bilmenin verdiği acıyı belki bastırmaya çalışacaksın ama o bir şekilde çıkacak ortaya. Elinde olmadan hep bunu beklersin. Gelmedikçe de gücün azalır, çökersin.

        Senden ne kadar iyi bir kız arkadaş olur. Var mı çok dertleşen?

        Konuşuruz evet. Ama işte insan verdiği tavsiyelere kendi pek uyamıyor. Gerçi ben çok şanslıyım, çok güzel giden bir ilişkim var. O yüzden ağlayıp zırlamıyorum. Ama hani bu kafaya erişmek için "Hmm demek şu yüzden oluyor" gibi çıkarımlar yapacak şeyler yaşadım. Kitaplardan, filmlerden öğrenmedim yani.

        'Dışarıdan gelen kadın...'

        Saçını bir dönem siyaha boyatmışsın. O fotoğraflarda bambaşka birisin sanki...

        2007'de bir saç tasarım yarışmasına katıldım, model olarak. Ve saçlarımı kısacık kestiler. "Değişim istiyorum" diye tutturmuştum. Bin pişman oldum. Uzun saç insanıymışım, onu anladım. Neyse, yarışma bitti. Kendi saçım sarı ama sürekli kuaföre gidip diplerini açtırmaktan da sıkılmıştım. "Yeter" deyip paket boyayı aldım, tamamen mora boyadım.

        Ne kadar klasik bir hikâye...

        Değil mi? Tam bir kadın daralması. Sonra bir de siyah denedim. Türkiye'ye geldiğimde de öyleydi. Bir de o zamanlar daha "grunge" bir tarzım vardı. Ona da uygun olsun istedim. Ama sürekli dipten sarı sarı çıkmaya başladılar. İnsanlar "Saçın mı beyazladı" diye soruyordu.

        Bir de beklemiyorlardır tabii sarışının siyaha boyatmasını.

        Tabii. Avustralya'da daha farklı ama burada çoğunluk sarıya boyatıyor.

        Annenizden bu yana değişmemiş bir klişe var; sarışınlar hep kötü kadın ya da ikinci planda...

        Bu herhalde kendi ırkını korumaya yönelik içgüdüsel bir şey. Sarışın "dışarıdan gelen kadın" gibi algılanabiliyor. Soyadım Allen, genetik olarak Türk değilim ama kafa yapımın Türk'e yakın olduğu, insanlarla rahatça empati kurabildiğim anlaşıldığında o imajın da ortadan kalkacağını düşünüyorum.

        'Ünlüsün canım, katlanacaksın'

        Suna Yıldızoğlu'nun kızı olmak nasıl bir şey?

        Onu tanıyan herkesten duyduğum; annemin çok kaliteli, dürüst ve samimi bir insan olduğu. Öyle kaliteli görünmek için hiçbir zaman üzerindeki giysinin fiyatını arttırmadı, hep içe dönük yaşamayı tercih etti. O doğallığını korudukça etrafında da hep kendi gibi samimi, gerçek arkadaşları oldu.

        Peki içinde bulunduğun piyasada annenin Suna Yıldızoğlu olması sana bir kofor sağlamış mıdır?

        Anneme duyulan saygı vesilesiyle beni de biraz koruyorlar ya da daha sıcak yaklaşıyorlar. Bunu hissediyorum. "Senin bebekliğini biliyordum" diyen gazeteciler var.

        Avustralya'da o ilk gençlik zamanlarında seni tanıyanlar şu an hakkında ne düşünüyordur?

        "Sen büyük ihitmal bir yerlerde oynarsın da senin hayatın zaten bir, dram bir dizi gibi" diyorlardı. Entrikalar, o ona bir şey söyler, diğeri başlasına yetiştirir... Tipik genç kız halleri.

        Öyle miydi?

        Maalesef. Ne kadar uzak durmak istesem de o tarz insanları bir şekilde çekiyordum.

        Neden sence?

        Çünkü hiçbir zaman okulda ilgi odağı olmayı seven, eteğini minicik kesip etrafta erkeklerle cilveleşen bir kız olmadım. Kızların o şekilde aralarına katılmamı biraz burun kıvırıyormuşum gibi algıladıklarını düşünüyorum. O yüzden tepki çekiyordum. Halbuki beni kendi halime bıraksalardı çok mutlu olacaktım.

        Çok da altta kalacak birine de benzemiyorsun.

        Evet evet. Cevapsız bırakmayı sevmiyorum. Ama tanındıktan sonra iş biraz değişti. Laf ağzıma kadar geliyor ama artık dilimi ısırıyorum. Çünkü bazen sırf muhattap olmak için yapılıyor ve insanlara o hazzı vermek istemiyorum.

        Senin için ünlü olmanın en zor olan yanı bu mu?

        Evet. Onun dışındakilere katlanabilirim.

        Nelere mesela?

        Yaşam alanlarının kısıtlanması, özel hayatına saygı duyulmaması... Aslında "ünlüsün canım, katlanacaksın" düşüncesini pek kabul etmek istemiyorum ama bir yandan da herkes "Hayır arkadaşım, sınırlarımıza saygı duyacaksınız" demediği sürece hiçbir şey değişmeyecek.

        'Mizah anlayışım İngiliz ve Türk karışımı'

        Farklı yerlerde yaşamak sana ne katmıştır?

        Açıkgörüşlülük. İdealleri, hayattan beklentileri farklı o kadar çok insanla karşılaşıyorsunuz ki. Öyle görmüş o yüzden böyle davranıyor, ne diyebilirim ki diye diye gözünüzde herkes haklı olmaya başlıyor.

        Peki aitlik hissi?

        O pek yok işte. Tamamen Türk ya da İngiliz demek istiyorsun. Sanırım insanın özünde olan bir şey bu. Karakterimin her bölümü farklı bir yere ait gibi geliyor. Mizah anlayışım İngiliz ve Türk karışımı. O ince espriler ve kelime oyunlarını çok seviyorum. Avustralya'da daha basit, neredeyse şaplak atmayla güldüren espriler var. Tavır olarak da olaylara karşı tepkisel olmamla alâkalı, hep Türk olduğumu söylerler. "Sende Ingiliz soğukkanlılığı var" diyenler de oluyor ama o tamamen bir anlığına kendimi geri çekip düşünme çabası. Çünkü biliyorum ki filtrelemeden tepki verirsem çok sert bir şey çıkabilir ortaya.

        'Elime kalem geçtiğinden beri çizerim'

        n11.com'un reklam yüzüsün. İnternetten çok alışveriş yapar mısın?

        Tabii. Mağazaya gidip "Merhaba size şunu gösterelim mi" rahatsızlığını yaşamadan saatlerce vakit geçirebiliyorsun.

        Alışverişle aran iyi mi peki?

        Tek başıma yapmayı severim. Belki bir kız arkadaşım da olabilir. Ama öyleyken bile yollarımızı ayırıp "Bir saat sonra şurada buluşalım" deyip gezeriz.

        Tarzın...

        Modayı deli gibi takip eden biri değilim. Kullanılan, renklere dikkat ediyorum sadece. Görsel sanatlarla ilgilendiğim için ilgimi çekiyor.

        Öyle mi?

        Tabii. Elime kalem geçtiğinden beri resim çizerim.

        Özel olarak çalışmayı sevdiğiniz bir alan var mı?

        Kara kalem çalıştığım zaman figürler, suratlar çizerim. Yağlı boyada daha absürd ve soyut figürler... İstanbul manzarasını değil duygu akışı gibi daha deneysel temaları resmetmeyi seviyorum.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ