Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

En çok satan kitaplardan biri olan ‘Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ın (The Catcher in the Rye) yazarı J.D. Salinger’ı, yazdıklarını yayımlatmaya çalışan tutkulu bir genç olarak karşımıza getiren ‘Çavdar Tarlasındaki Asi’ (Rebel in the Rye) sürükleyici bir biyografi

1951’DE yayımlanan ‘Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ Amerikan edebiyatının başyapıtlarındandır. Yazarı J.D. Salinger, şöhretinin zirvesindeyken yeni eserler yayımlamayı reddetmesi tanınır. Filme, kısa öykülerini yayımlatmayı isteyen bir gencin, bu tutkusunu kaybetmesinin hikâyesi olarak bakmak mümkün. Kaldı ki, Salinger söz konusu olduğunda, asıl merak edilen bu isteksizliğin nedenidir. ‘Çavdar Tarlasındaki Asi’ ilk romanın yayımlanmasından 7 yıl öncesine gidiyor ve yanıtları geçmişin içinde arıyor. Kenneth Slawenski’nin ‘J.D. Salinger: A Life’ adlı biyografisinden yönetmen Danny Strong tarafından sinemaya uyarlanan senaryo, yazarın eserleriyle hayatı arasındaki bağlar üzerine şekilleniyor. Film, bir yazarın ‘kendi sesi’ni bulması ve bir romanın ortaya çıkış serüveni üzerine kurulu. Her şey annesinin (Hope Davis) yazar olması için verdiği cesaretle başlıyor. Ticaretle uğraşmasını isteyen babayı (Victor Garber) anne ikna ediyor ve yaratıcı yazarlık hocası Whit Burnett’in (Kevin Spacey) Salinger’ın hayatındaki yeri vurgulanıyor.

ESERLERİNİN RUHU FİLMDE YOK

‘Holden Caulfield’ karakterinin önemini Burnett’in sayesinde anlayan Salinger, dönemin Amerikan edebiyatının hayalciliğinden ve kalıplara bağlılığından rahatsız bir yazar olarak geliyor karşımıza. Nicholas Hoult’un yorumuyla kırılganlığını küstahlığıyla örtmeye çalışan bir genç. Özellikle Oona O’Neill’in (Zoey Deutch) yaşattığı gönül kırıklıklarından çok etkileniyor. Romanının kökeninde acı var ve amaç acının okura hissettirilmesi...

II. Dünya Savaşı, atlatamadığı bir travma. Şehirden ve insanlardan uzak durmak istemesinin nedeniyse ‘Holden Caulfield’in kontrolden çıkan, fanatiklerin sahiplendiği bir karaktere dönüşmesi... Finalde, Salinger’ın hayatı boyunca yazdığı ama bunları paylaşmadığı öne sürülüyor. Burnett’in “Burada dünyadan uzakta hiçbir şey yazamazsın. ‘Franny ve Zooey’ de zaten din kitabına benziyor” demesiyse bence durumu daha iyi açıklıyor. Salinger, karakterin iç sesini öne çıkaran yenilikçi üslubu ve gençliğin günlük dilini kullanmasıyla dönemin Amerikan edebiyatına bir alternatifti. Filmse demode müzik kullanımı başta olmak üzere alternatif olmaktan uzak bir anlatıma sahip. Salinger’dan alıntılanan cümleler, fikirler etkileyici ama eserlerinin ruhu filmde yok. Yazarlık tutkusunun inatçı bir gönülsüzlüğe dönüşmesi iyi anlatılamıyor, Salinger’in acılarını hissedemiyorsunuz. Yine de biyografik bir film olarak ilgiyle izleniyor... Kevin Spacey’nin katkısıyla Burnett-Salinger ilişkisinin filmi ayakta tuttuğunu da belirtelim.

Filmin notu: 6.5

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar