Sinir krizinin eşiğinde
İngiliz yönetmen Sally Potter, kontrolden çıkan bir kutlama yemeğini anlattığı eğlenceli bir kara komediyle karşımızda
JANET’İN (Kristin Scott-Thomas) yakın arkadaşlarını davet ettiği kutlama yemeği, Jinny’nin (Emily Mortimer) sürpriz hamilelik haberiyle renklenir, Bill’in (Timothy Spall) açıklamasıyla tatsızlaşır. Gecenin beklenmedik itirafı sonrasında ise tokatlar, yumruklar konuşur. Hatta silah çekilir...
Sally Potter, Woody Allen’ın yıllardır içinde eşinip durduğu meseleleri siyah beyaz bir oturma odası komedisi olarak getiriyor karşımıza. Her şey, toplumda önemli konumlara gelmiş iyi eğitimli, hali vakti yerinde insanların zaafları, tutkuları ve hırsları uğruna hayatlarını bir yalanlar komedisine çevirmeleriyle ilgili...
Janet, Bill, Tom (Cillian Murphy) ve yüzünü hiç görmediğimiz “arzu nesnesi Marianne” üzerinden baktığımızda, çiftler arasındaki ikiyüzlülüğe odaklanıyor film. Eşiyle evliliğin konforunu, sevgilisiyle aşkın tutkusunu yaşamak isteyen benmerkezci tavrın eleştirisi de denebilir... Ama Potter bununla yetinmiyor. Lezbiyen çift Martha (Cherry Jones)-Jinny üzerinden ilişkilerdeki iktidar savaşlarına ve bencilliğe çekiyor dikkatimizi... Baskın karakterli, agresif, asabi April (Patricia Clarkson) ile sürekli aşağıladığı mülayim eşi Gottfried (Bruno Ganz) de kuşkusuz ideal çift olmaktan uzaklar.
Aslında bunlar bildik, eski temalar. “The Party”yi eğlenceli kılan, Sally Potter’ın ince mizah duygusuyla altı oyuncunun harika performansları... Altı oyuncu da aşkı, ölüm korkusunu ve ihaneti yaşayan, sinir krizi geçiren karakterleri tadını çıkararak, dozunda bir abartıyla yorumlamışlar.
“Orlando” (1992) ve “Ginger and Rosa” (2012) gibi akılda kalıcı filmleriyle tanıdığımız Sally Potter’ın yönetmen olarak başarısı, kamerasını olayların içine bu kadar çok sokmasına rağmen her şeye uzaktan bakmamızı sağlaması; dramı mizaha çevirebilmekteki mahareti... Senaryonun payını ve Sally Potter’ın iyi yönetmenlik gerektiren “tek mekân sineması”ndaki başarısını unutmayalım. Sonuçta tiyatro kokulu hoş bir film; ama kendi adıma daha ötesini bulduğumu ya da çok etkilendiğimi söylemem mümkün değil.
Filmin Notu: 6.5
*************
ROMANTİK ‘GODARD FİLMİ’
JEAN Luc Godard, klasik film gramerine meydan okumuş bir yönetmen. Duyguların yerine aklı koymaya çalışan, seyircinin karakterlerle özdeşleşmesine karşı çıkan Godard’ı, kırık bir aşk öyküsünün ana karakteri olarak görmek tuhaf! Oscar’lı “Artist”le tanıdığımız yönetmen Michel Hazanavicius da bu çelişkiyi biraz olsun yok etmek için Godard filmlerine saygı dolu muzip göndermeler yapmış. Meraklıları, sadece bu göndermeler için bile görebilir “Godard ve Ben”i (Le Redoutable).
TEK YANLILIK SORUNU VAR
1967’de âşık olup evlendiği oyuncu Anne Wiazemsky ile ilişkisini anlatan filmde Godard, çok konuşan, bencil, asabi, kıskanç ve nevrotik biri olarak gösteriliyor. Wiazemsky’nin kitabından uyarlanan filmde, “tek cephe”den anlatılan her gerçek hayat öyküsünde olduğu gibi bir “tek yanlılık” sorunu var.
Hazanavicius, Godard sinemasının, dönemin öğrenci olaylarıyla birlikte ekseninden kayıp politize olduğunu ve çıkmaza girdiğini söylüyor. Wiazemsky de bu süreçte âşık olduğu adamı kaybediyor. Burada rahatsız edici olan, Godard gibi devrimci bir sinemacının romantik komedi karakterine dönüşmesi değil. Hazanavicius’un çizdiği çerçevenin politik açıdan derinliksiz ve ciddiyetsiz olması...
Filmin Notu: 5.5
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce
- Silaha, şiddete ve öldürmeye inananlar4 hafta önce