Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

ABD’de doğup büyüyen İranlı–Amerikalı yönetmen Ramin Bahrani’nin Hint yazar Aravind Adiga’nın 2008’de yayımlanan aynı adlı romanından filme uyarladığı ‘Beyaz Kaplan’ (The White Tiger), 6 Ocak’ta ABD’de sınırlı sayıda salonda gösterime girdikten sonra 22 Ocak’ta Netflix içeriğine eklendi.

Dünya genelinde yaklaşık 27 milyon seyirciye ulaşan ‘Beyaz Kaplan’, aldığı olumlu eleştirilerin yanı sıra ödül sezonunda da adaylıklarıyla dikkat çekiyor. Ramin Bahrani, şu anda en iyi uyarlama senaryo dalında Oscar, BAFTA ve Amerikan Yazarlar Birliği’nin ilk beş adayı arasında yer alıyor… Yazıya da senaryosundan söz ederek girmenin doğru olacağını düşünüyorum…

Baştan söyleyelim, ‘Beyaz Kaplan’ yönetmenliği, oyunculukları ve kurgusu başta olmak üzere her şeyiyle sağlam bir film… Ama senaryosundaki artılarıyla sanki biraz daha öne çıkıyor. Sözgelimi, hikâye kurgusu… Bizi filmin ortasında patlak veren büyük krizin hemen öncesine götüren açılış sahnesini bir yana bırakırsak ‘Beyaz Kaplan’ın ilk bölümü, gişelerde harikalar yaratan ve 8 Oscar kazanan 2008 yapımı ‘Milyoner’ (Slumdog Millionnaire) filmini akla getiriyor. Bilinçli bir seçim bu… Bahrani, o filmdekine benzer bir başarı hikâyesi beklentisi oluşturmak istiyor. Aslına bakarsanız verdiği sözü tutuyor… Ama ‘ters köşe’ bir yükseliş öyküsü bekliyor bizi.

Uzunca süre hızlıca akıp giden komedi-dram karışımı duygusal bir ‘kendini iyi hisset filmi’nin içinde olduğumuzu düşünürken, Bahrani öykünün tonunu yavaş yavaş değiştiriyor ve ‘Beyaz Kaplan’ı giderek karanlık hale gelen, rahatsız edici bir filme dönüştürüyor. Burada her şey, kuşkusuz filmin ana karakteri Balram Halwai’nin (Adarsh Gouray) yaşadığı değişim süreciyle ilgili…

Özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarına tanık oldukça ‘kanımızın ısındığı’ bir ana karakter Balram… Sonuçta, Hint toplumunun en alt kademesinden gelen saf ve masum bir yoksul çocukla başka türlü ilişki kurmamız mümkün değil zaten… Başarmasını istiyor ve kendimizi onunla sonuna kadar gitmeye hazır hissediyoruz. Ama bir noktadan sonra Balram’la aramızdaki duygusal ve ahlaki mesafe giderek açılıyor.

Olaylar çok karanlık bir hal almadan önce, son ana kadar ‘mucize beklentimiz’i içten içe koruyoruz. İstiyoruz ki Balram ‘Milyoner’ filmindeki yoksul genç gibi bileğinin hakkıyla yükselsin, tüm engelleri aşsın… Ama Rahmani, bizim iyimser mucize beklentimizle Balram’ın karanlık yükselişi arasındaki makası giderek açıyor. Filmin başarısı tam da burada yatıyor bence…

Senaryonun parlak yanı, bizi rahatsız etmek ya da üzmek istemesi değil. Balram’ın seçeneksizliği üzerine düşündürebilmesi… Film, Balram’ın hayatının bütün kırılma noktalarını gösteriyor. İlkokulda sınıfa gelen müfettiş, küçük Balram’ın zekâsından öylesine etkileniyor ki ‘Sen her nesilde bir kez dünyaya gelen o beyaz kaplansın’ diyerek ona burslu eğitim olanağı sunuyor. Ama gerekli sağlık hizmetini alamadığı için hayatını kaybeden babasının ölümünün ardından ninesi (Kamlesh Gill) , Balram’ı okuldan alıp köyün çay ocağında çalıştırmaya başlıyor.

Burslu eğitim alsa ‘beyaz kaplan’ olabilecek, harikalar yaratabilecek Balram’ın bütün çocukluğunu ve gençliğini boğaz tokluğuna çalışarak, çekiçle kömür kırarak geçirmesinin ardında üç temel neden olduğunun altını özenle çiziyor film…

İlki, Hindistan’daki kast sisteminin dayattığı feodal sömürü sistemi… Balram Hindistan’daki alt sınıfların kaderciliğini ‘tavuk kümesi’ metaforuyla açıklıyor film boyunca. Doğdukları andan itibaren kaderci olmaları ve her şeyi kabullenmeleri öğretiliyor. O ve bütün ailesi, köyün efendisi ‘Leylek’in (Mahesh Manjekar) kurduğu sömürü düzeninin bir parçası olarak yaşamak zorunda.

İkinci neden, devletin ve filmde birkaç kez karşımıza çıkan ‘Büyük Sosyalist’ gibi siyasetçilerin alt sınıfların sorunlarına duyduğu kayıtsızlık… Devlet, sadece toplumun ‘üst kastlar’ına ve zenginlere hizmet ederken siyasetçiler de aldıkları rüşvetle geçiniyorlar. Üçüncü ve son neden ise Balram’ın kendi ailesi tarafından da sömürülmesi, asla birey olarak görülmemesi…

Hayatının sonuna kadar efendilerine yalakalık yaparak itile kakıla, insan yerine koymadan yaşamaya hazır, kaderci Balram’ı kendiyle yüzleştiren ve farklı düşünmesine vesile olan iki kişi var filmde. Efendi Leylek’in ABD’de eğitim gören oğlu Ashok (Rajkummar Rao) ve onun eşi Pinky (Priyanka Chopra Jonas)… Balram, insanların eşit olabileceğini onlardan öğreniyor. Açılış sahnesinde Balram, Ashok ve Pinky’nin arka koltukta oturan, onlarla eşit statüde olan arkadaşları gibi… Aynı sahnenin ancak filmin ortasında seyredebildiğimiz devamında olup bitenler ise Balram’ı sınıf ilişkilerinin en acımasız yönleriyle tanıştırıyor.

‘Beyaz Kaplan’, bütün hayatını ‘horoz kümesi’nden kaçma metaforuyla açıklayan Balram’ın hikâyesini ‘sınıf atlama mücadelesi’ olarak getiriyor karşımıza. Finalde Balram’ın, Ashok’tan öğrendiklerinden söz etmesi ve ona dönüşme arzusunu hissettirmesi, kuşkusuz çok anlamlı. Balram, Ashok’tan aldıkları ve öğrendikleriyle yükseliyor. Veremden ve bakımsızlıktan ölen babasının hayaletinin söylediklerini unutmayalım. ‘Hamlet’te olduğu gibi Balram için belki asıl dönüm noktası babasının hayaletinin konuşması oluyor.

Balram filmde iki kez bayılıyor. Babasının mezarının başında ve beyaz kaplanla karşılaştığında… İlkinde babasız kalma korkusu, ikincisinde hayal kırıklığı belirleyici oluyor. Kritik kaza sahnesinin öncesinde gördüğü Gandhi heykeli de en az beyaz kaplan kadar anlamlı... Yeri gelmişken viski şişesinin de sınıf ilişkilerini yansıtan metaforlardan biri olduğunu söyleyelim.

Balram’ın, Hindistan’ın geleceği için alternatif olarak sunulan sosyalizme değil liberalizme sığınması kuşkusuz kritik bir nokta… Çünkü ‘Büyük Sosyalist’ olarak adlandırılan siyasi liderin film boyunca yaptıklarını düşündüğümüzde, Balram’ın ‘horoz kümesi’nden kaçmak için liberal düzenin parçası olmaktan başka çaresi olmadığını görüyoruz. Bırakın alt sınıfların dayanışmasını, ailelerin bile kendi içinde sömürü düzenine sahip olduğunu düşünürsek Balram’ın alternatifsizliği, girişim sermayesini bulmak için yaptıkları karamsar bir yaklaşımla anlatılıyor.

Tam da burada, Balram’ın film boyunca Hindistan ve Çin’in adını ‘21. Yüzyılın süper güçleri’ olarak birkaç kez andığını belirtmekte yarar var. Kaldı ki, öykü akışının Balram’ın Hindistan’a gelecek Çin Başbakanı’na yazdığı mektup üzerinden ilerlediğini unutmamak gerek. Genç nüfusu, alım gücü yükselen orta sınıfı ve yeni girişimcileriyle Hindistan’ı geleceğin süper gücü olarak gören birçok siyasi, ekonomik uzman var günümüzde... Ashok ve onun takipçisi olarak Balram da kalpten inanıyor buna… Film ise inanmaktan daha anlamlı şeyler yapıyor: Önce kökleri feodal kast sistemine dayanan vahşi sömürü düzenini anlatarak ucuz iş gücünün arkasındaki gerçeği gösteriyor. Sonra da Hindistan’ın süper güç olma potansiyeli ile Balram’ın ahlaksız yükselişi arasında paralellik kurarak sosyal yozlaşma sorununa çekiyor dikkatimizi.

Yozlaşma demişken, Ashok’un neoliberal ideallerinin geldiği noktayı pas geçmeyelim. Babası ve abisinin (Vijay Maurya) insanlıktan nasibini almamış tiranlığına bir alternatif getireceğini sandığımız, başlarda Hindistan’ın geleceği olarak gördüğümüz Ashok’un süreç içinde geldiği yeri unutmamak gerek. En az Balram’ın değişimi kadar güçlü bir dramatik aks bu… Ashok savunduğu değerlerde ısrar etse, sağlam dursa, istikrarlı olabilse, Balram’ı belki olumlu yönde değiştirebilecek. Ama cebini doldurmaktan başka şey düşünmeyen sosyalist lider gibi Ashok’un da kimseye örnek olacak hali yok…

Balram’ın film içinde birkaç kez yaptığı tarifle alt sınıfların karanlığı ve üst sınıfların aydınlığı arasında geçen bir öykü bu… Her şey Balram’ın ‘aydınlığa’ çıkma mücadelesiyle ilgili… Özellikle finalde ‘farklı bir iş adamı’ olmak için gösterdiği çabayı da akılda tutmak gerek.

Tam da burada, ‘Beyaz Kaplan’ı umutsuz ve karamsar bir film gibi görmemek gerekiyor. Hindistan’a bir ayna tutarak toplumun tüm kesimleri için uyarıcı bir nitelik taşıdığını düşünüyorum… Balram’ın filmin sonunda ahlaki mesaj veren Bollywood cinayet filmlerine yaptığı göndermeyi not etmek gerek. ‘Beyaz Kaplan’ özellikle Danny Bensi ve Saunder Jurrians imzalı müzikleri, Tim Streeto’nun kurgusu ile yer yer Bollywood’u akla getirse de özü itibarıyla bir anti-Bollywood filmi…

‘Beyaz Kaplan’ı politik ve sosyolojik yanları kadar dram olarak da sağlam buldum… Özellikle Balram’ın Ashok ve Pinky ile ilişkisinin iyi anlatıldığını düşünüyorum. ABD’de eğitim almış yeni kuşaklar olarak Ashok ve Pinky, Balram üzerindeki olumlu etkileriyle karşımıza geliyorlar önce… Ama filmin ikinci yarısında patlayan kriz sonrası üçlü arasındaki tüm ilişkiler değişime uğruyor. Kriz, zayıflıkları ve zaaflarıyla gerçek kişiliklerini, karanlık yanlarını açığa çıkarıyor.

Üç oyuncu da üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor. Balram’da genç oyuncu Adarsh Gouray, özellikle gülüşünün sıcaklığıyla kalbimizi kazandıktan sonra karakterin değişimini ve karanlık yolculuğunu anlatmakta çok başarılı... Role bedenen ve zihnen çok iyi hazırlandığı belli.

Venedik ve Sundance gibi festivallerde gösterilen ilk uzun filmi ‘Man Push Cart' (2005) ile dikkat çeken Bahrani, sonraki yıllarda başta Venedik olmak üzere Cannes, Berlin, Toronto gibi festivallerin seçkisine giren filmler çekmeye devam etti. Son olarak HBO için ‘Fahrenheit 451’i gerçekleştiren Bahrani ‘Beyaz Kaplan’la kariyerinin son döneminde en çok ses getiren filmlerinden birine imza atmış durumda… Romana büyük oranda sadık kaldığını belirten Bahrani, uyarlama senaryoda Oscar adaylığı getiren başarısını yönetmen olarak da gösteriyor. Bahrani, Hindistan’a dışarıdan bakan Batılı yönetmenlerin düşeceği görsel tuzaklardan, şık bir egzotizmden uzak duruyor. Soğuk bir renk paletine başvurmuyor belki. Buna karşılık, aşırı canlı ve renkli bir dünya da kurmuyor. Görüntü yönetmeni Paolo Carnera ile özellikle Delhi’yi lüks rezidansları, o rezidansların garajında yaşayan hizmetkarları, çarşıları, sokakları ve caddeleriyle filme çok iyi yerleştirdiğini düşünüyorum. Özellikle, dış mekânlarda kamerayı oyunculara daha yakın tuttuğu ve çevreyi daha ayrıntılı olarak gösterdiği çekimleri sevdim. Bahrani, Bollywood ve Hollywood’a oranla daha gerçekçi bir Hindistan getiriyor önümüze.

İşin görsel boyutu bir yana, filmin akışı içinde Hindistan dışındaki seyirciler için özellikle kast sistemiyle ilgili gerekli bazı bilgiler veriliyor. Burada Bahrani’nin Hindistan’a dışarıdan bakan bir yönetmen olmasının hikâye anlatımında seyirci lehine geliştiğine inanıyorum. Farklı ülkelerden gelen filmler sırasında karşımıza çıkan bazı ‘yerel kültürel bulmacalar’ anlatıyla kurduğumuz ilişkiye zarar verirken burada öyle sorunlarla karşılaşmıyoruz.

Hızlı temposuyla süresini hissettirmeyen ‘Beyaz Kaplan’ son haftalarda seyrettiğim en iyi filmlerden biri oldu. Herkese öneririm…

7.5/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar