Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

‘Testere’, ‘Insidious’ ve ‘The Conjuring’ gibi son 15 yılın anaakım sinemasına damgasını vurmuş başarılı korku gerilim serilerinin altında imzası olan bir yönetmen James Wan.

İşkence ve şiddet üzerinden ilerleyen, dönemin yeni eğilimleriyle uyumlu ‘Testere’nin ardından ‘Insidious’ ve ‘The Conjuring’ ile eski usul gerilime dönmesi, James Wan’ın korkunun farklı alt türleri arasında dolaşmayı sevdiğinin göstergesi değildi sadece.

Asıl önemlisi sezgileriydi… Hollywood’un korku gerilimde Uzakdoğu ve Avrupa’dan gelen her tür aşırılıktan esinlendiği; ‘Blair Cadısı’ndan ‘Paranormal Activity’ye uzanan o geniş alandaki ‘buluntu film’ öykülerine kapılıp gittiği bir dönemde, seyircilerin ‘babadan kalma’ korku filmlerini özlediğini hissetmesi az şey değildi.

Öyküsünü filmde oyuncu olarak da yer alan Ingrid Bisu ile birlikte yazdığı ve yönetmen olarak bizzat kamera arkasına geçtiği ‘Habis’ (Malignant), önceki filmleri kadar gişede başarılı olur mu, bir seriye dönüşür mü, şimdilik kestirmek zor. Kesin olan, James Wan’ın korku gerilimin içinde yine farklı bir alana girdiği…

‘Habis’ hikâye, anlatım ve görsel atmosfer açısından türün farklı geleneklerinden beslenen; alt tür olarak kimliğini hemen açık etmeyen, biraz ‘ortaya karışık’ bir film. Ama James Wan’ın özellikle 1980’lerde yükselişe geçen, ‘peş peşe cinayet işleyen sapık katil’ filmlerinden esinlendiğini düşünmek mümkün. Kaldı ki, açılış sahnesinde yüzünü bir türlü göremediğimiz varlığın her tür elektrik akımını kullanması, direkt olarak Wes Craven’ın bir sapık katil öyküsü anlatan ‘Shocker’ (1989) filmini akla getiriyor. Ama elektrik akımı dışında başka ciddi bir bağ yok aralarında.

Yine açılış sahnesinde, karanlığın içinde deniz kıyısında yükselen hastaneyi gösteren ilk çekimde karşımıza çıkan gotik tarz, film boyunca görsel olarak kendini hissettiriyor. Gotik korku, siyah, beyaz ve grinin hâkim olduğu karanlık grafik imgeler üzerinden gelişir. Özellikle gökyüzüne uzanan eski binalar, gece vakti marazi bir kötülüğün varlığını düşündürür. Öykünün ana karakteri Madison’un (Annabelle Wallis) evi işte tam da böyle bir mekân. Otomobilinden inip içeri girdiğinde, kötü olaylar yaşanacağını sezmemek mümkün değil. Çünkü evin içindeki karanlık ve loşluk duygusu, bizi her şeye önceden hazırlıyor. Filmin ilerleyen bölümlerinde Seattle kentinin geçmişindeki ürpertici ve karanlık yeraltı tünellerine de gidiyoruz. Ama gotik tarzı sonuna kadar istikrarlı olarak sürdüren bir film olduğu söylenemez.

‘Habis’in hikâyesi de ‘ortaya karışık’ şekilde ilerliyor. Filmin ilk bölümünde gizli ve karanlık bilimsel deneylerin yapıldığı bir hastanede olduğumuzu düşünüyoruz. Hastanede terör estiren ‘canavar’ da hırslı bilim insanlarının bir ürünü gibi geliyor bize. İzlenimlerimizin doğru olup olmadığını anlayamadan, 1996’dan günümüze geldiğimizde ise aniden hayaletli bir tekinsiz ev filminin içinde buluyoruz kendimizi. Neler olup bittiğini pek çözemediğimiz, Madison’un başına gelenler ve açılıştaki hastane sahnesi arasında bağlantı kurmakta zorlandığımız o ilk 30-40 dakika boyunca ‘Habis’, gerçekten ürpertici, karanlık bir film olmayı başarıyor. James Wan, ‘Insidious’ serisinde olduğu gibi geniş perde formatının grafik imkanlarını kullanarak karanlığın içindeki gölgelere, kıpırtılara dikkat kesilmemizi sağlayarak korkutmasını yine çok iyi biliyor. Esrarengiz varlık ile Madison arasındaki ilk duyusal bağın kurulduğu sahne de çarpıcı. Burada ‘The Eyes of Laura Mars’ (1978) filmi geliyor akla. Ama sadece bir motif olarak; çünkü Wan, bilgisayar kökenli görüntüler üzerinden ‘Habis’in benzer sahnelerinde özgün görsel sonuçlara ulaşıyor.

Tekrar hikâyeye dönersek, ‘Habis’in belirli bir noktadan sonra finale kadar hem bir korku filmi hem de gizemli bir polisiye gibi geliştiğini görüyoruz. Hatta George Young ve Michole Briana White’ın oynadığı iki dedektifin, ‘olay yeri’ uzmanı (Ingrid Bisu) ve Madison’un kız kardeşinin (Maddie Hasson) öyküye dahil olmasıyla mizah duygusu bile devreye giriyor. Yetmiyor, James Wan araya birkaç aksiyon sahnesi serpiştiriyor. Sonlara doğru karakolda geçen sahnelerde dövüş koreografilerinin orta yerinde dahi buluyoruz kendimizi.

‘Insidious’ ve ‘The Conjuring’ serilerinin uç noktalara gitmeyen görsel tarzını seven biri olarak tüm bunların bana biraz fazla geldiğini söyleyebilirim. Belki seyirciler anlık olarak eğlenebilir ama bütün bu karmaşa, uzun vadede filmin estetik değerini ve geride bıraktığı izleri bence olumsuz etkiler. ‘Habis’ deyince aklımıza bütünden kopuk parçalar gelir.

Ne var ki, James Wan’ın ‘Habis’teki hedefi sanki tam olarak bu… Sözgelimi, canavar filmlerinde sıkça kullanılan bir trüğe başvurarak katilin yüzünü, bedenini uzun süre göstermiyor. Hatta ilk başlarda onun fiziksel bir varlık olduğundan dahi şüphe ediyoruz. Aslında ‘Habis’i tam da bu ilk bölümlerde, yani katili fiziksel olarak görmediğimiz sahnelerde çok daha etkili bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü o belirsizlik ve bilinmezlik hissi, gerçekten korkutucu olabiliyor. Ama onun bedenini belirgin bir siluet olarak hareket ederken görmeye başlamamızla birlikte filmin yapısı ve korkutma stratejileri değişiyor. ‘Habis’ daha kanlı ve şiddet dolu bir film haline geliyor.

‘Habis’, öncelikle hikâye örgüsüyle ayakta duran bir film. ‘Esrarengiz canavar veya katil’in kim olduğu, nereden geldiği sorusu, finale kadar tam olarak yanıtlanmıyor. Madison’un hikâyesiyle açılış sahnesinde olup bitenler arasındaki bağı kurduğumuzda dahi katilin kimliği belirsizliğini koruyor. ‘Büyük resim’ ancak finalde netleşiyor. Ama her şey netleştiğinde, ‘Seyirciyi şaşırtmak için yapmadıkları bir bu kalmıştı’ diye düşünmeden edemiyorsunuz. İnandırıcılıktan söz etmiyorum. Bir korku gerilim filmine bilet alırken inandırıcılık ve gerçekçilik beklentiniz yoktur zaten. Önemli olan, hikâyenin kendi içindeki tutarlılığıdır. Ki burada da her şey yerli yerine oturuyor ama hikâyenin şok edici veya tahmin edilemez olması dışında çok kayda değer yanları olduğunu düşünmüyorum. Sondaki sürpriz unsuru hikâyenin nerdeyse her şeyi. Özetle, James Wan şaşırtıyor ama önceki başarılarının gerisinde kalıyor.

Alt metinler üzerine düşündüğünüzde de öyle çok yorumlamaya değer katmanlar yok filmde. Madison’un erkek şiddetine karşı mücadele ettiği söylenebilir belki. Madison’un geçmişine doğru gittikçe hikâyenin, 1980’lerde yaşanan istenmeyen bir hamilelikle başladığını öğreniyoruz. O noktada, 2000’li yıllarda özlemle bebek isteyen ama sürekli düşük yapan Madison’un üzüntüsü, çaresizliği ve öfkesi daha anlamlı hale geliyor. Sonuçta her şey annelikle, istenen ve istenmeyen çocuklarla ilgili…

Madison dahil hiçbir karakter derinlikli değil ama açıkçası derinliğe ihtiyaç yok zaten. Sonuçta, hikâye örgüsünün her şeyin üstünde olduğu bir film seyrediyoruz. Film enerjisini karakterlerden değil merak unsurundan alıyor. ‘Habis’ seyirciyi aldatarak ilerleyen, sürpriz ve şok etme öğesi üzerine kurulu bir film.

James Wan, görüntü yönetmeni Michael Burgess ve prodüksiyon tasarımcısı Desma Murphy’nin kurduğu görsel dünyanın belirli bir çekiciliği olduğunu, renk paletlerinin çok iyi ayarlandığı kesin.

Bilgisayar kökenli görüntüler de etkili. Katilin kimliği konusundaki ‘şok edici’ gerçek şaşırtıcı ama olayla ilgili ‘bilimsel’ açıklama getirme gayreti, açıkçası beni biraz güldürdü.

Yine de korku-gerilim sevenlere tavsiye ederim. Sadece ilk 40 dakikası bile yeter. Son olarak, estetik olarak karanlığı kullanan bir film olduğu için projeksiyon kalitesine yüzde yüz güvendiğiniz sinema salonlarında görmenizi tavsiye ederim.

6/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar