Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

David Leitch, son yılların yükselen aksiyon yönetmenlerinden biri… Şimdiye kadar yönettiği filmlere baktığımızda, aksiyonun farklı alt türlerinden örnekler verdiğini görüyoruz.

Adı jeneriklerde geçmese bile, ortak yönetmen olarak günümüz aksiyonunda çığır açan ilk ‘John Wick’in (2014) başarısından pay alan isimler arasındaydı Leitch. Dublörlük geçmişinden gelen birikimini sağlam, zahmetli ve özenli bir yakın dövüş sinemasıyla birleştirdiği ‘Atomic Blonde’ (2017), gerçekçi stil duygusuyla öne çıkıyordu. Büyük stüdyoların kendisine teslim ettiği süper kahraman filmi ‘Deadpool 2’ (2018) ile ‘Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw’ (2019), onun çağdaş aksiyonun iki ayrı kanadında da başarılı olabileceğini gösterdi.

Yeni filmi ‘Suikast Treni’nde (Bullet Train) ise önceki dört filmine oranla daha farklı bir aksiyon filmine imza atıyor. Japon yazar Kotaro Isaka’nın romanından uyarlanan ‘Suikast Treni’, daha ilk sahnelerinden itibaren 1990’ların suç filmlerini akla getiren bir güzergahtan ilerlemeye başlıyor. Amerikalı Quentin Tarantino ile İngiliz Guy Ritchie’nin ‘eksantrik karakterler, mebzul miktarda diyalog, popüler kültür göndermeleri, mizah, şiddet ve biçimci stil’ şeklinde özetlenebilecek suç filmi formülünün nerdeyse tüm bileşenleri çıkıyor karşımıza. Ama Zak Olkewicz’in senaryosunun, bir süre sonra Tarantino’nun uzun diyaloglu sahnelerinden ziyade Guy Ritchie’nin hızlı kurgu sinemasına daha fazla eğilim gösterdiği kesin. David Leitch, özellikle karakterlerin geçmişlerinden kesitler veren ve nerdeyse her birini ayrı bir kısa film gibi tasarladığı flash-back sahnelerde video klip estetiğine yakın bir iş koyuyor ortaya. Uzmanı olduğu yakın dövüş koreografisini ise film boyunca hiç ihmal etmiyor.

Kuşkusuz başka geleneklerden de beslenen, esin kaynaklarını sınırlamayan bir film ‘Suikast Treni’… Mesela, Hollywood’un ‘The Great Train Robbery’den (1903) bu yana birçok örneğini verdiği aksiyon ağırlıklı tren yolculuğu filmleri… Tokyo’dan Kyota’ya giden hızlı trende geçen ‘Suikast Treni’, bu alt türün en tipik örneklerinden biri. Ağırlıklı olarak trende geçen filmler bir yana, David Leitch özellikle son 30 dakikada ‘Görevimiz Tehlike’ (Mission Impossible - 1999) gibi gerilim ve hareket dolu tren sahneleri’ne yer veren aksiyon filmleriyle de rekabet etmeyi hedefleyen bir iş koyuyor ortaya. Bu arada, Leitch’in tuvalet sahnelerinde dahi klostrofobiyle ilgisi olmayan, dar mekân duygusu vermeyen, çoğunlukla stüdyoda çekilen ferah bir tren filmine imza attığını belirtelim.

Hikâyeye baktığımızda ise herkesin kendi hedefine odaklandığı, kalabalık kadrolu kara komedi tarzında, kargaşa dolu suç filmi formatı çıkıyor karşımıza. Öyle ki, romanın Guy Ritchie’nin ‘Lock, Stock and Two Smoking Barrels’ (1998) ve ‘Snatch’ (2000) gibi filmlerindeki her karakterin birbirine dolandığı karmaşık hikâye örgüsünden esinlendiği dahi söylenebilir. Edebiyat ve sinemanın sürekli etkileşim içinde olduğu bir çağ için şaşırtıcı değil kuşkusuz.

Yeri gelmişken biraz hikâyeden söz edelim. ‘Biraz’ diyorum çünkü tren yolculuğu bitene kadar sürprizlerin bitmek bilmediği, özetlenmesi zor bir olay örgüsü bekliyor sizi. Seyirci için her şey, çocuğunu çatıdan atan kişiyi bulmak isteyen acılı baba Kimura’nın (Andrew Koji) öfkesiyle başlıyor. Hemen ardından, gerçek adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz Uğur Böceği (Brad Pitt) ile tanışıyoruz. Yıllarca suç sektöründe ‘hizmet verdikten’ sonra terapi görmeye başlayan ve kimseyi öldürmeden yaşamaya karar veren Uğur Böceği, Tokyo’dan kalkan hızlı trene bir evrak çantası çalmak için biniyor. Uzun bir süre kendisini göremediğimiz, sadece telefondan sesini duyduğumuz Maria (Sandra Bullock), ‘Çantayı alacak ve ilk istasyonda ineceksin. Her şey çok basit’ anlamına gelen şeyler söylüyor ona. Ama trendeki Mandalina (Aaron Taylor-Johnson) ve Limon (Brian Tyree Henry) adlı iki İngiliz kiralık katil ile bilgiç ve gizemli genç kızı (Joey King) tanıdığımızda, Kimura ile Uğur Böceği için işlerin pek de basit şekilde gelişmeyeceğini seziyoruz. Olaylar ilerledikçe işin içine sürpriz karakterler giriyor, tren içindeki yakın dövüş sahnelerinin sayısı artıyor, şiddet tırmanıyor ve entrika giderek daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu arada, özellikle flash-back sahnelerde karakterlerin geçmiş bağlantıları ortaya çıktıkça, hepsinin hayatının trene binmeden önce de bir şekilde kesişmiş olduğunu anlıyoruz.

Sonuçta, gizli hedefleri olan intikamcılar ile o trende sadece profesyonel olarak bulunanların arasında geçen bir hikâye seyrediyoruz. Her şey bittiğinde, tüm olayların gerisinde babaların ve onların evlatlarıyla kurdukları bağın biraz daha öne çıktığını söylemek mümkün. Karmakarışık olaylar silsilesine sadece çantayı çalmak için dahil olan ana karakter Uğur Böceği üzerinden baktığımızda ise filmin ‘şanslı olmak ya da olmamak’ ikilemi üzerinden ilerlediği söylenebilir. Çantayı zorlanmadan ele geçiren ama sonra beklemediği engeller nedeniyle trenden bir türlü inemeyen Uğur Böceği, başlangıçta kendini şanssız olarak görüyor. Operasyon için ona verilen Uğur Böceği isminin şans getirip getirmediği tartışması film boyunca sürüyor, hatta muhabbet uğur böceğinin Japon folklorundaki yerine kadar uzanıyor. Filmin altını çizdiği nokta ise şans faktörünü gerçek anlamda değerlendirmek için sabır göstermek gerekliliği…

‘Suikast Treni’, ilk 30 dakikası itibarıyla çok geveze ve itici bir suç filmi izlenimi verdi bana. Uzayıp giden ‘geyik muhabbetleri’ni dinlerken ve karakterleri donmuş kareyle tanıtan grafik efektleri gördüğümde, ‘Benzerlerini çok seyrettim. Burada yeni olan ne acaba?’ diye düşünmeden edemedim. ‘Ucuz Roman’ın (Pulp Fiction) da alttan alta şans faktörünü konu ettiğini hesaba kattığımda, film boyunca yeni olan çok fazla şey gördüğümü söyleyemem. Buna karşılık, karakterleri tanıdıkça, daha doğrusu onların gerçekten komik ve duygusal yanlarını keşfettikçe film bana biraz daha eğlenceli gelmeye başladı.

Limon gibi bir kiralık katilin çevresinde olup biten her şeyi çocuklara hitap eden ‘Thomas The Tank Engine’ adlı çizgi romandan öğrendikleriyle açıklamaya çalışması filmin belki de en eğlenceli öğelerinden biri… Profesyonel katillerin kendi aralarında kavga ederken tren çalışanlarına, yolculara ve Japon kültürüne karşı gösterdikleri hassasiyet de ideal bir absürt mizah malzemesine dönüşüyor.

Belirli bir noktadan sonra gerçekçilikle bağını iyiden iyiye koparan ‘Suikast Treni’ni absürt suç komedisinin bir örneği olarak görmek mümkün. Romandaki Japonların film için Batılı karakterlere dönüştürülmesinin eleştirilmesi üzerine Kotaro Isaka’nın kendi yazdığı kişilikler için ‘Onlar gerçek insanlar değil. Hatta Japon bile değiller’ demesi, kuşkusuz atlanmaması gereken bir detay. Olaylar nasıl inanılmaz şekilde gelişiyorsa filmdeki karakterler için de aynısı geçerli. Hem kendileri hem yaşadıkları durumlar, inanılır olmaktan çok uzak. Tıpkı Tarantino filmlerinde olduğu gibi hepsi bir yazarın zihninden çıkıp gelen karakterler…

Bu yarı absürt yaklaşımın, birbirinden uçuk aksiyon sahneleri dahil olmak üzere filmin her yanına sinmesiyle ‘Suikast Treni’, kendine özgü bir hava bulmayı başarıyor. Bunda başta yönetmen David Leitch ve teknik ekip kadar oyuncuların mizahi yaklaşımının da önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Brad Pitt, Brian Tyree Henry, Aaron Taylor-Johnson, Joey King ve sürpriz bir karakterde karşımıza çıkan Michael Shannon bir komedi filminde oynadıklarının fazlasıyla farkındalar. En başından itibaren kendimizi duygusal olarak yanlarında hissettiğimiz baba ve oğulda Andrew Koji ile Hiroyuki Sanada ise ekibin geri kalanıyla ironik kontrast teşkil edecek şekilde dramatik bir oyunculuk tutturmalarının yanı sıra ‘Suikast Treni’nin ucundan köşesinden bir Japon dövüş filmi olmasına da katkı veriyorlar.

Eğlenceli bir aksiyon ve suç komedisi seyretmek isteyenlere...

6/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar