'Cin'sel aşk: 'Üç Bin Yıllık Bekleyiş'
Dünya prömiyerini geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’ (Three Thousand Years of Longing), bugün gösterime giriyor. Uluslararası kongreye katılmak için İstanbul’a gelen İngiliz anlatıbilimci Alithea’nın (Tilda Swinton) Kapalıçarşı’dan aldığı bir çeşmibülbülün içinden çıkan Cin’le (Idris Elba) karşılaşmasını anlatan filmde, Türkiye’den de oyuncular rol alıyor.
2015’te ‘Mad Max Fury Road’ ile son yılların en güzel ve nitelikli aksiyon filmlerinden birine imza atan Avustralyalı yönetmen George Miller, 7 yıl sonra bu kez fantastik bir filmle geliyor karşımıza.
‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’, bir Doğu masalı ama kaynak eser Batılı bir yazarın, İngiliz A. S. Byatt’ın imzasını taşıyor. Gerçek adı Dame Antonia Susan Duffy olan yazarın, ‘Angels & Insects’ ve ‘Possession’ adlı iki romanının daha önce sinemaya uyarlandığını belirtelim. Romanlarla aynı adı taşıyan filmlerin ilki 1995’te, diğeri ise 2002’de seyircilerle buluşmuştu.
George Miller ve kızı Augusta Gore tarafından sinemaya uyarlanan üçüncü eseri ise bir roman değil. 1994’te yayımlanan kitabıyla aynı adı taşıyan ‘The Djinn in the Nightingale’s Eye’ adlı uzun öykü…
Öykünün yer aldığı kitap, Türkiye’de 2013 yılında Pınar Kür’ün çevirisi ve ‘Bülbülün Gözündeki Cin’ başlığıyla yayımlandı. Miller’ın ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’ adıyla filme uyarladığı öyküyü çok severek ve ilgiyle okuduğumu hatırlıyorum. Tıpkı filmde olduğu gibi çağdaş bir masal gibi başlayan, yüz sayfayı aşkın novella tadındaki bu uzun öykü, içinde birçok kısa hikâye ve masal barındırıyordu. Karakterler sayfalar boyu anlatı gelenekleri üzerine konuşuyor ve birbirlerine hikâyeler anlatıyorlardı. Ankara, İzmir, İstanbul’da geçen ve henüz Cin’in ortaya çıkmadığı bölümlerde Byatt, Anadolu kültüründen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinden söz ediyor; öyküsünü Batı ile Doğu arasında kesişme noktaları üzerinden şekillendiriyordu. Öykünün ilerleyen bölümlerinde, yıllarca Batı ve Doğu masalları üzerinde çalışmış anlatıbilimci, her iki kültürün buluşma noktası olan şehirde kendini aniden bir Doğu masalının içinde buluyor; şişeden çıkan Cin’le karşılaşıyordu. Cin, Doğu’yu; anlatıbilimci ise Batı’yı temsil ediyordu. Belirli bir noktadan sonra ise her şey tutkulu bir aşk hikâyesine dönüşüyordu. Her iki karakterin karar aşamasına geldiği ve dramatik açmazlarla karşılaştığı son bölümler de ilgi çekiciydi.
Kuşkusuz, filmde de sevdiğim şeyler oldu ama Byatt’ın öyküsünden aldığım edebi lezzetin sinemasal karşılığını bulamadım. Kendi adıma sorunun, orijinal metne sadık kalmakla ilgisi olmadığını en baştan söylemeliyim. Filmde ana karakterin adı dahil olmak üzere irili ufaklı birçok şey değiştirilmiş. Ama filmin son bölümü hariç bunların çoğundan rahatsız olmadım. Değişikliklerden ziyade, aslında Miller’in öne çıkarmayı tercih ettiği bölümleri sevmediğimi itiraf edebilirim. Özellikle Cin’in şişeden çıktıktan sonra kendi geçmişi üzerine anlattığı üç hikâyenin ikisinin filmde çok uzatıldığını düşünüyorum. Cin’in Sebâ Melikesi Belkıs’a (Aamito Lagum) duyduğu aşkı anlatan ilkine hiçbir itirazım yok. Çünkü orada Cin’in geçmişiyle ilgili önemli bilgiler alıyoruz. O hikâyeyi bilmesek, Alithea ile Cin’in ortak noktalarını, ikisinin de yalnız ve terk edilmiş âşıklar olduğunu öğrenemeyeceğiz. Ama Osmanlı sarayında ve Boğaz’daki yalıda geçen diğer anlatıların, bizi öykünün asıl meselesinden, yani Alithea ile Cin arasındaki aşktan ve öykünün özündeki ‘Dilek dilemenin zorlukları ve tuzakları meselesi’nden uzaklaştırdığına inanıyorum. Kuşkusuz, her iki hikâyenin filmin dramatik yapısında belirli işlevleri var. İlki cariye Gülten (Ece Yüksel) üzerinden umutsuz ve çıkışsız bir tutkuyu; diğeri ise eril iktidara karşı çaresiz kalan Zefir’in (Burcu Gölgedar) büyük yalnızlığını anlatıyor. Yalnızlık ve tutku, Alithea ve Cin’in hikâyesinde de karşımıza çıkıyor. Ayrıca Alithea ya da öyküdeki adıyla Gillian Perholt’un, Cin’in geçmişteki aşklarındaki yoğun tutkuyu kıskanması da kuşkusuz önemli. Ama sözgelimi Türkçe baskısında 123 sayfa süren öyküde Cin’in toplam 18 sayfa tutan geçmiş anlatılarına senaryoda bu kadar geniş yer ayrılması, orijinal eser ile filmin duygusunu, anlatı (narrative) tonunu birbirinden ciddi anlamda uzaklaştırıyor.
Asıl önemlisi, A.S. Byatt, Türkiye’de yaptığı arkeolojik gezilere ve Türk meslektaşlarıyla yaptığı anlatı sohbetlerine geniş yer ayırdığı öyküsünde oryantalizmin tuzaklarından özenle uzak durur. Oryantalist yaklaşımın simgesi Pera Palas’ı Peri Palas gibi hayali bir otelle değiştirmesi bile manidardır. Filmin ise oryantalist bakış açısından uzak durduğunu söylemek zor. Miller’ın bu bakış açısına saplanıp kalmasının en önemli nedeni, Cin’in anlattığı Doğu hikâyelerinin filmin belkemiği haline gelmesi. Orijinal eserin bel kemiği ise ilk bölümdeki anlatıbilim sohbetleri, ikinci bölümde Alithea ile Cin’in aşkıdır.
Kaldı ki, filmin en güçlü yanı da masal uzmanı ile masal kahramanı, yani Alithea ile Cin arasındaki ilişki… Miller iki karakteri derinlikli şekilde çizmeyi, öyküdeki dramatik malzemeyi en iyi şekilde kullanmayı başarıyor. Swinton ve Elba’nın varlığıyla bu sahnelerde film, kendi havasını ve tonunu buluyor. Diyalogların da güzel yazıldığını düşünüyorum. Miller, ikisini birleştiren terk edilmişlik ve yalnızlık duygusunun altını çizmeyi biliyor. Başka bir ortak noktaları daha var. Hikâye uzmanı Alithea kendi hikâyesini yazamamış durumda… Cin de aslında ondan farklı değil. Hep başkalarının aşklarının, tutkularının ve sorunlarının arasında kalmış.
Miller, orijinal öyküden farklı olarak film boyunca tekrar eden ‘üç motifi’ni kullanıyor. Belki de Cin’in Alithea’ya tanıdığı üç dilek hakkı nedeniyle ‘üç’ filmde birkaç kez karşımıza çıkıyor. Alithea’nın oda numarasının 333 olması mesela… Açılıştaki Şehrazad Havayolları’nı ve onun aklımıza getirdiği ‘1001 Gece Masalları’nı da unutmayalım. Tüm bunlar ve Alithea’nın önce havaalanı sonra konferans sırasında gördüğü öznel hayaletler, filmin onun zihninde geçen bir hayal olduğu fikrini de güçlü hale getiriyor. Bu arada, Alithea’nın ismini Yunan felsefesindeki doğruluk kavramı Aletheia’dan aldığını da belirtelim.
Byatt’ın orijinal eserinde olmayan bu detayları sevdim. Tüm bunlar, Miller’in metne doğru bir yerden yaklaştığının göstergeleri. Ama metnin ruhunu tam olarak yakaladığını söyleyemem.
Özellikle, Batılı bakış açısıyla çekilmiş abartılı Doğu hikâyeleri, heyecan, egzotizm, şiddet, seks ve aksiyon dozajını yükseltse de filme ne yazık ki çok şey katamıyor. Bu arada, yeri gelmişken belirtelim, bu sahnelerde görev alan Türk oyuncular ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar. Zerrin Tekindor kendisine çok imkân tanımayan Kösem Sultan rolünde karşımıza geliyor. Ece Yüksel ve Burcu Gölgedar ise iz bırakan, akılda kalıcı performanslar çıkarıyorlar. Filmin başında Prof. Günhan rolünü canlandıran karikatürist Erdil Yaşaroğlu’nu da oyuncu olarak beğendiğimi eklemek istiyorum. Türkiye’de yıllarca hiçbir filmde oynamayıp bir George Miller filmiyle karşımıza gelmesi, kuşkusuz ayrı bir hikâye. Filmin casting direktörlerinden birinin Ezgi Baltaş olduğunu not düşelim.
Filmin Londra’da geçen son kısmını sevdiğimi söyleyemem. Daha önce de belirttiğim gibi Miller’ın orijinal eserden en çok uzaklaştığı bölüm bu… Alithea’nın yaşlı ve ırkçı komşuları da çok şematik karakterler. Filmden sonra Byatt’ın öyküsünü yeniden okurken Miller, keşke birçok bölümde olduğu gibi sonlarda da orijinal esere daha çok sadık kalsaydı, diye düşünmeden edemedim.
‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’, günümüz sinemasında örneklerini pek göremediğimiz tarzda fantastik bir film. Günümüz sinemasının en popüler fantastik işleri genelde süper kahraman filmleri arasından çıkıyor. Miller ise benim aklıma daha çok 1970’ler ve 1980’ler sinemasını getiren bir film yapıyor.
Miller, ‘Mad Max Fury Road’da olduğu gibi ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’te de usta görüntü yönetmeni John Seale ile çalışmış. Filmin doymuş sıcak renklerden oluşan görsel dünyası; özellikle Cin’in anlattığı geçmiş hikâyelerdeki güçlü lokal ışıklar; Batı ressamlarının yaptığı oryantalist tabloları hatırlatan kadraj düzenlemeleri ve aydınlatma tarzı gerçekten etkileyici. Tüm bunların, günümüzde çok tercih edilmeyen yaklaşımlar olduğunun da altını çizmek isterim.
Önceki filmlerinde de gördüğümüz gibi Miller, dijital efektleri ölçülü kullanan bir yönetmen. Baştan sona bilgisayardan çıkma birçok fantastik filmin aksine belirli bir dengeyi koruyor. Bilgisayardan çıkacak abartılı görsel şovlara çok itibar etmiyor. Bunun yerine daha gösterişsiz ve minimal efektler kullanıyor. İstanbul’a indiğinde havalimanında karşılaştığı ve başka bir boyuttan geldiğini anladığımız varlığı gördüğümüz andan itibaren cinlerin dünyasını duman ve buhar fikriyle anlatıyor. Bu arada, filmin İstanbullular için belki de en hoş anına, o tuhaf kısa boylu adamın kim olabileceği üzerine konuşurlarken tanık oluyoruz: Aracın sürücüsü lafa karışıp ciddi şekilde ‘O, korsan taksicidir mutlaka’ diyor…
Miller, Hollywood geleneğinden koparak Osmanlı dönemindeki karakterlere aksanlı İngilizce yerine eski dilde kelimelerin ağırlıkta olduğu bir Türkçe konuşturuyor. Gerçi bazı sahnelerde Idris Elba ve birkaç yabancı oyuncunun ne dediğini anlamıyoruz ama yine de bu gerçekçilik çabası takdire değer.
‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş’i belki çok beğenmedim ama yine de ‘dilek gerçekleştirme üzerine alternatif bir Cin masalı’ olarak ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum.
6/10
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce
- Silaha, şiddete ve öldürmeye inananlar4 hafta önce