Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

1950’ler, ABD için ekonomik anlamda yükseliş dönemine denk gelir. Banliyö hayatı, orta sınıfın güçlendiği bu yılların en akılda kalıcı imgelerinden biridir. Öyle ki o günlerden bu yana, ‘beyaz çit, yeşil çim, bahçe içindeki müstakil ev’, Amerikan hayat tarzının simgesi olarak kabul edilir. 1950’lerin televizyon dizileri ve sinema filmleri, banliyödeki hayatı ‘yeryüzündeki Amerikan cenneti’ gibi kutsarlar.

Aynı banliyö, geçip giden yıllar içinde sadece mesut orta sınıf hayatının değil; muhalif yönetmenlerin bakış açısıyla ayrımcılığın, cinsiyetçiliğin ve tutuculuğun simgesi haline de gelir. Çünkü banliyö, beyaz Hıristiyanların cennetidir ve orada ‘dışardan’ gelen düşüncelere, farklılıklara, düzensizliğe tahammül yoktur. Herkesin aynı tornadan çıkmışçasına birbirine benzediği bir yerdir banliyö. Erkek her sabah işe gider; kadın evde kalır, çocuklarla ilgilenir ve yemek hazırlar. Banliyö hayatı, düzendir.

‘Dert Etme Sevgilim’ (Don’t Worry Darling), 1950’lerde, işte tam da böyle bir Amerikan banliyösünde geçiyor. Açılış sahnesinde, akşam yemeği sonrası çiftlerin çok eğlendiği küçük bir ev partisinin ortasında buluyoruz kendimizi. Hareketli kameranın ve genellikle kısa planlardan oluşan montajın parti ortamına uyum sağladığı bir sahne bu... Tüm partiler gibi biraz kontrol edilemez, karışık ve öngörülemez görünmesi; ortamdaki mutluluğun doğal yansıması gibi geliyor önce. Ama sahne boyunca mutluluk nedense bize pek geçmiyor. Tam tersine, rahatsız edici, hatta biraz abartılı bir eğlenme hali hissediyoruz.

Ertesi gün ise her saati önceden belirlenmiş günlük bir rutin ve düzen çıkıyor karşımıza. Özellikle sabah, kadınların işe giden erkekleri uğurladığı sahnede yukarıya yükselen kamera rahatsız edici bir düzene tanık ediyor bizi. Film ilerledikçe, herkesin nerdeyse her gün hep aynı hayatı yaşadığını; partideki o ‘güler yüzlü ve çok mutlu olma hali’nin, banliyödeki hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyoruz.

Kaldı ki, hikâyenin ilk düğümü de düzenin dışına taşan ve ‘hoş karşılanmayan bir görüntü’yle atılıyor. ‘Sürüden’ ayrılan mutsuz bir kadın beliriyor resmin içinde. Margaret’in (KiKi Layne) herkesin dediği gibi ‘sorunlu biri’ olmanın ötesinde, asıl olarak küçük banliyö toplumu için sorun teşkil ettiğini fark ediyoruz. Hikâyenin ikinci düğümü ise Margaret’ın derdini merak eden ama onunla iletişim kurması engellenen Alice Chambers’in (Florence Pugh) günlük rutinin dışına çıkmasıyla atılıyor. Alice’ın yasaklara karşı gelmesiyle birlikte tuhaf olaylara tanık olmaya başlıyoruz.

Bir süre sonra, esrarengiz gelişmelerin Frank’te (Chris Pine) düğümlendiği belirginleşiyor. Çünkü Frank sadece sitedeki tüm erkeklerin çalıştığı fabrikanın sahibi değil. Aynı zamanda siteyi kuran kişi. Eşi Shelley (Gemma Chan) kadınların, kendisi ise erkeklerin kanaat önderi konumunda. Erkeklerin her sabah çalışmaya gittikleri tesiste ne iş yaptıkları veya ne ürettiklerinin belli olmaması da kuşkusuz atlanmaması gereken bir nokta. İşte bu yüzden, Alice’in çözmek istediği gizemin fabrikada olup bitenlerle ilgili olduğunu düşünmemek elde değil.

‘Dert Etme Sevgilim’in sonunda, bizden saklanan gerçeğin ne olduğunu öğrendiğimizde, Alice ile Jack’in geçmiş hikâyesinin bazı parçaları hâlâ belirsizliğini koruyor; hatta kafamızda başka sorular beliriyor. O yüzden hikâye örgüsünün tatmin edici olduğunu öne süremem. Buna karşılık, bizden saklanan gerçek dahil senaryodaki detayların filmin kendi anlam dünyası içinde tutarlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü burada gizemin çözülmesinden ziyade nedenselliğin ve alt metinlerin daha önemli olduğuna inanıyorum.

Sözgelimi, finale doğru, gerçeği öğrenmemizden hemen önce filmi durdursak ve olup bitenler üzerine sohbet etsek, ‘Dert Etme Sevgilim’in ‘eril iktidarın biçimlendirdiği erkek – kadın ilişkileri’ üzerine bir alegori olduğunu kabul etmemiz zor olmaz. Bir yanda, erkeklerin desteği altındaki düzen var. Diğer yanda, bu düzene koşulsuz şekilde itaat etmesi istenen kadınlar… Kadınların, eril iktidarı sorgulamaları yasak. Sahip olduklarına şükretmeleri ve ellerindekiyle yetinmeleri isteniyor. Sorun çıkaran hasta ve anormal ilan ediliyor. Çiftler arasındaki sevginin her şeyin üstünde tutulması gerektiği söyleniyor ve kadınlara şu mesaj veriliyor: ‘Erkeğin size bakması, koruması ve sizi sevmesi neyinize yetmiyor? Ötesini niye istiyorsunuz?’ Önce Margaret’, sonra Alice işte tam da bu ‘öte’yi istiyorlar aslında. Çünkü simgesel anlamda adeta ruhlarını kaybetmiş ve erkeğin belirlediği can sıkıcı mutluluk rutinine hapsolmuş durumdalar.

Frank kurduğu düzeni bir tür ütopya olarak görüyor ve orayı ‘kaos’tan uzak tutmak istediğini söylüyor. Son günlerde, İran’daki iktidarın da kadınların eylemleri karşısında ‘kaos’tan şikâyet etmesi tesadüf değil aslında. Her iki tarafta da kaos, kadınların evden çıkıp hayata dahil olması ve itaatsizlikten başka bir şey değil.

Afişi ve pop star Harry Styles’ın varlığıyla romantik gençlik filmi izlenimi veren ‘Dert Etme Sevgilim’, son bölümünde bilimkurguya bağlanıyor. Bazı seyirci ve eleştirmenleri isyan ettirebilecek kadar keskin bir tür değişimine tanık oluyoruz. Tam da burada, bilimkurgu janrı açısından filmin bize mükemmel bir öykü örgüsü vadettiğini iddia edemem. Ama finalde ortaya çıkan ‘sürpriz gerçeğin’ tek başına çarpıcı bir metafor olduğunu düşünüyorum.

‘Sürpriz gerçek’ ortaya çıktıktan sonra erkek ve kadının konumuna baktığımızda genel manzara değişmiyor. Düzenli, mutlu bir hayat adına kadının tümüyle pasifize edildiğini, sosyal hayattan uzaklaştırıldığımı görüyoruz. Daha kötüsü, mutlu olmak adına kadının elindeki haklar zorla alınıyor. Kurduğu ütopyaya baktığımızda Frank’in, modern dünyadaki tüm sıkıntıların kadın özgürlüğüyle ilgili olduğuna inandığı belli oluyor. Frank’in dünyasında kadınların, erkeklerin bakımına ve ilgisine muhtaç konuma itilmesi de atlanmaması gereken bir durum. ‘Sürpriz gerçek’e tanık olduğumuz sahnelerdeki bir başka önemli alt metin, erkeklerin sevgi, huzur, mutluluk adına kadının hürriyetini elinden almaları ve kadın için en doğru olanı bildiklerini sanmaları… Finalin en güçlü yanı ise kadınların devrimci potansiyeline yapılan vurgu.

‘Dert Etme Sevgilim’, Amerikan sinemasındaki ‘banliyö filmleri’ geleneği içinde ‘The Truman Show’ (1998), ‘Pleasantville’ (1998) ve önce 1975’te sonra 2004’te iki kez çekilen ‘The Stepford Wives’ ile akraba bir film. Ama tüm esinlenmelerin ötesinde kendine özgü bir hikâyeye sahip. Sistemi sarsan kadın karakteriyle söz konusu filmler arasında ayrı bir yeri olacağı kesin.

Yönetmen Olivia Wilde, Alice ile Harry’nin geçmiş hikâyesine daha detaylı girse; seyirciyi sürpriz gerçeğe daha iyi hazırlasa, daha ikna edici bir filme imza atabilirmiş. Görüntü yönetmeni Matthew Libatique ve prodüksiyon tasarımcısı Katie Byron ile banliyöyü filmin sürpriz gerçeğinin ruhunu yansıtan ütopik bir mekân veya sahte bir Amerikan cenneti haline getirmek için gösterdiği çaba takdire değer. Ama Carey ve Shane Van Dyke’ın hikâyesinden Katie Silberman’ın yazdığı senaryonun üzerinde keşke daha çok çalışsaymış, diye düşünmemek elde değil.

Kendi adıma, ‘Dert Etme Sevgilim’i bu haliyle de beğendim. Sonuçta, ‘en iyi Amerikan banliyö filmleri’ seçkisinde atlanamayacak kadar kayda değer orijinal bir konsepte sahip. Ayrıca, film boyunca araya giren kısa planlarda karşımıza çıkan ‘senkronize dans’ imgelerini de önemli buldum. Alice’in zihninden geçen bu imgeler, psikolojide ‘Pavlov’un Köpeği’ olarak da bilinen şartlı refleks kavramını akla getiriyor öncelikle. Böylelikle, Alice’in banliyödeki kadınlar grubuyla hareket etmesi gerektiğine dair şartlandırma yaşadığını hissediyoruz. Bu ‘insert’ planların kökeninde Shelley önderliğinde kadınların her gün spor salonunda yaptığı senkronize dans çalışmaları var gibi görünüyor. Ne var ki, siyah beyaz renkler ve kadınların dansını yukardan dik açıyla görüntüleyen kamera açıları, Hollywood müzikallerinin ünlü yönetmenlerinden Busby Berkeley’in koreografilerini de düşündürüyor. Yönetmen Olivia Wilde, belli ki 1950’lerin banliyö hayatı ile Amerikan müzikallerinin kalabalık ve senkronize koreografileri arasında anlamlı ve takdir edilesi bir bağ kuruyor. Her ikisinin de erkeklerin hayalindeki aynı kadın imgesini önümüze sürdüğünü ima ediyor. Burada, Coen kardeşlerin ‘Büyük Lebowski’sinde (1998) ana karakterin gördüğü erotik düşlerin de aynı kaynaktan, yani Hollywood müzikallerindeki kadın imgesinden beslendiğini not edelim. Coen’lerin filminde ‘seyreden erkeğin erotik düşü’nün burada seyredilen kadın karakterin ‘çıkışsız esaret kâbusu’na dönüşmesi çok parlak fikir. Kadının birey olmak yerine Amerikan rüyasının içinde esir ve arzu nesnesi haline geldiği öykü için nokta atışı bir simge… Tüm filmi kontrol eden ana fikri içinde barındırmasının yanı sıra laytmotif olarak seyircinin bilinçdışına da hitap ediyor.

Alfonso Goncalves imzalı kurguda ilk 30 dakikada iyi işleyen diğer fikir, Alice’in gündelik rutininin bize yansıtılması. Tekrar eden imgeler bir noktadan sonra gerçekliği sorgulamamıza yol açıyor. Aynalar ve içi boş yumurtalar için de aynısını söyleyebilirim.

Olivia Wilde, yine ‘insert’ planları kullanarak montajda Alice’in hafızasından bazı anlar sunabilseydi, belki bizi filmin sürpriz finaline daha iyi hazırlayabilirdi. Ama filmle ilgili çıkan haberlerde yönetmen Wilde’ın hayli zor bir çekim sürecinden geçtiği yazıyor.

İlk uzun filmi ‘Booksmart’ (2019) ile stüdyoların gözdesi haline gelen Wilde, Jack Chambers rolündeki Shia LaBeouf’ün ayrılmasıyla sonuçlanan ve basına yansıyan çatışma sürecinin ardından sette bu kez Florence Pugh ile ciddi sorunlar yaşamış. Tüm bu sorunlar, belli ki filmdeki yönetmenlik performansına da yansımış.

LaBeouf’un yerine gelen Harry Styles’ın Jack rolünde beklenenin altında kalan performansı da filmin aleyhine çalışıyor. Çünkü ‘Jack Chambers’ göründüğünden daha önemli ve zor rol aslında. Buna karşılık, Florence Pugh ve Chris Pine başta olmak üzere geri kalan oyuncu kadrosunun başarılı olduğu kesin. Son olarak, Olivia Wilde’ın filmde iki çocuklu Bunny karakterini canlandırdığını belirtelim.

7/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar