Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

‘Bıçaklar Çekildi: Gizemli Bir Serüven’ (Glass Onion: A Knives Out Mystery), Türkiye’de 2020 yılının ocak ayında seyrettiğimiz ‘Bıçaklar Çekildi’nin (Knives Out) devamı niteliğini taşıyor. Daha doğru bir ifadeyle, özel dedektif Benoit Blanc’ın yeni macerasını anlatıyor.

Senaryoyu yazan ve yönetmenliği üstlenen Amerikalı sinemacı Rian Johnson, ilk filmde olduğu gibi ‘locked-room mystery’ (kilitli oda gizemi), ‘murder mystery’ (esrarengiz cinayet), ‘ensemble murder mystery’ (ansambl cinayet gizemi) gibi farklı isimlerle anılan alt türün çağdaş bir örneğini veriyor. Yine türün klasik hikâye şablonlarından biriyle yola çıkıyor ama belirli bir noktadan sonra kendi tespit ettiği güzergahtan ilerliyor.

Hikâyeye girmeden önce filmin açılış sekansına damgasını vuran özelliğinden söz etmek gerekiyor. Malum, pandemi sonrasında çekilen filmleri ikiye ayırmak mümkün. İlk grupta, pandemi hiç yaşanmamış gibi çekilen filmler var. İkinci grupta ise pandemiyi öyküsüne dahil edenler. ‘Bıçaklar Çekildi: Gizemli Bir Serüven’, ikinci grupta yer alan filmlerden.

Filmin ilk sahnelerinde hem karakterleri tanıyor hem pandemiden manzaralar seyrediyoruz. İlk olarak, Senato adayı Connecticut valisi Claire Debella’nın (Kathryn Hahn) evinden bir canlı yayına katıldığını görüyoruz. Eski model yeni moda tasarımcısı uçarı Birdie Jay (Kate Hudson) ve ciddi asistanı Peg’i (Jessica Henwick), sosyal mesafenin hiçe sayıldığı, pandemiye meydan okuyarak verilen ev partisi sırasında tanıyoruz. Bilim insanı Lionel Toussaint (Leslie Odom Jr.), çalıştığı şirketin sahibi Miles Tron’un çılgın önerileri üzerine fikirlerini paylaştığı çevrimiçi bir toplantıda çıkıyor karşımıza. ‘Erkek hakları aktivisti’ Duke Cody (Dave Bautista) ve kız arkadaşı Whiskey (Madelyn Cline) ile sosyal medya için yaptıkları video kaydı sırasında tanışıyoruz. Son olarak, Benoit Blanc’ı detektif arkadaşlarıyla yarıştığı ve başarısız olduğu online polisiye oyun sırasında görüyor; pandemiyi can sıkıntısı içinde çoğunlukla küvette geçirdiğini anlıyoruz. Miles Bron’un davetiye niyetine gönderdiği gizemli kutuyu açma çabalarıyla gelişen, sürpriz misafir oyuncuları ve ince mizah duygusuyla öne çıkan çok hoş bir açılış bölümü bu... Evinde tek başına davetiye kutusuna direkt çekiçle saldıran asabi kadının ise Miles Bron’un eski ortağı Cassandra ‘Andi’ Brand (Janelle Monae) olduğunu daha sonra öğreniyoruz.

Pandeminin filmdeki varlığı, ‘sarılmak - sarılmamak, el sıkışmak – uzak durmak ve maskeyi çıkarmak ile çıkarmamak arasında’ kararsızlıkların yaşandığı Yunanistan’daki iskele sahnesinde de sürüyor. Ama sadece o sahnede karşımıza çıkan sürpriz misafir oyuncu, elindeki ne idüğü belirsiz bilimsel cihazla tüm davetlilerin pandemiyi geride bırakmasını sağlıyor.

Rian Johnson, karakterlerin buluştuğu cinayet mekânı olarak bu kez küçük bir Ege adasını seçiyor. Adanın sahibi Miles Bron (Edward Norton), hafta sonu için düzenlediği ‘esrarengiz cinayet partisi’ne 5 eski arkadaşını davet ediyor. Sürpriz konuk Benoit Blanc’ın (Daniel Craig) oraya kimin tarafından, hangi amaçla davet edildiğinin belirsiz kalması, filmin ilk gizemi olarak çıkıyor karşımıza.

Adaya adım atmamızla birlikte ‘ansambl cinayet gizemi’ hikâyesinin alışageldik yapısı oluşmaya başlıyor. Benoit Blanc hariç nerdeyse tüm konukların birbirlerini öldürmek için nedenleri olduğunu anlamamız çok uzun sürmüyor… İlk cinayetin ardından bir süre sonra Johnson, önceki filmde olduğu gibi türün alışageldiğimiz formatına pek uymayan yollara sapıyor. Beklenmedik bir hamleyle hikâyenin nerdeyse altını üstüne getiriyor. Sürpriz ‘flash-back’ sahneler bir yana, o ana kadar adada olup bitenleri de farklı bakış açısıyla gösteriyor bize.

Son bölümde, bazı şaşırtmacalar hariç önemli sürprizler yok ama türün sadık takipçilerini şaşırtan bir yaklaşım var. Sözgelimi, katilin kim olduğunu tahmin etmek aslında o kadar zor değil. Asıl önemlisi, Benoit Blanc cephesinde hayranlık uyandıran bir dedektiflik performansı göremiyoruz. Çünkü karşısında saygı duyulacak bir suç dehası yok. Hatta tam tersine cinayetlerin ardında son derece vasat bir zekâ var… O yüzden, finale yaklaştıkça nereye gizlendiği belli olmayan önemli delil dışında aslında ortada çözülecek büyük bir gizem olmadığını anlıyoruz.

Son bölüme ise dedektifin o meşhur ‘Katil kim?’ konuşması değil, sinir krizi ve ortalığı yakıp yıkma arzusu damga vuruyor. Hikâyenin yapısı nedeniyle Blanc da o eski cinayet filmlerindeki detektifler gibi çok havalı olamıyor. Hatta bazen aptalı oynamak zorunda bile kalıyor. Arada can sıkıntısından veya insanları oyalamak için dedektif şovları yaptığı da oluyor. Ama sonuçta zihnini çok yoran bir vaka çıkmıyor karşısına. Kesin olan, ilk filmde olduğu gibi ezilenlerin yanında durması ve ahlaki açıdan doğru olanı yapması…

Ansambl cinayet gizemlerinin çoğu kibir, açgözlülük ve intikamla ilgili duygularla ilgilidir. Burada da benzer durumlar var ama hikâyenin asıl önemli yanı, her şeyin ahlaki seçimlerle ilgili olması… İşte bu yüzden, hikâyeyi ‘arkadaşlık hukuku’ üzerinden yaşanan ahlaki kriz şekillendiriyor.

Her şeyin kökeninde yeni kurulmuş (startup) bir şirketle gelen büyük maddi kazanç, farklı yaklaşımlardan kaynaklanan yol ayrımları ve para uğruna satılan arkadaşlıklar var… Rian Johnson’ın çağımızın girişim ruhunu yansıtan 6 karakter üzerinden yeni iş insanlarını ve onların son derece esnek ahlaki değerlerini ele aldığı söylenebilir. Kuşkusuz, aralarında sağlam duran biri var ve Benoit Blanc elbette sadece ona güveniyor.

Kuşkusuz sosyal eleştiri görüyoruz ama kendi adıma hikâyeden etkilendiğimi söyleyemem. Özellikle adaya gelmelerinin ardından hem karakterler hem aralarındaki ilişkiler ve çatışmalar, giderek daha az ilginç hale geliyor. Filmin ortasında gelen sürprize itirazım yok. Tam aksine, hikâyeyi toparlayan, filmi hareketlendiren bir dönüm noktası oluyor. Johnson türe farklı yorum getirme, daha eğlenceli ve ironik olma hedeflerine belki ulaşıyor ama türün hakkını veremiyor galiba. Uzun süre hiç cinayet işlenmemesi, herkesin katil veya maktul olma ihtimalinin çok erken anlaşılması, bence filmin aleyhine çalışıyor.

Her şey bir yana, tüm kartlar açıldığında ve hikâye baştan sona ortaya çıktığında, olup bitenleri etkileyici bulduğumu söyleyemem. Dünya prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nde o kadar çok beğenilmesini ve Oscar’ın güçlü favorileri arasında gösterilmesini de pek anlayamadım. Öte yandan, kötü film değil. Yazıda hiçbirinin adını vermediğim sürpriz misafir oyuncular; filmde oynamayan veya görünmeyen ünlü isimlere yapılan eğlenceli göndermeler; ‘Mona Lisa’nın öyküye dahil edilmesi ve irili ufaklı birçok eğlenceli detay itibarıyla seyretmekten keyif aldığım bir film olduğu kesin. Kuşkusuz ansambl olarak çok iyi iş çıkaran oyuncuların da adını anmam gerekiyor.

Son olarak, biraz da filmin adından söz etmek istiyorum. Glass Onion, 6 arkadaşın tanıştığı ve gelecek hayallerini paylaştığı barın adı. Gençliğin masumiyetini ve heyecanını temsil ediyor. Kapanmış olması, artık hayallerde ve fotoğraflarda kalması, karakterlerin son durumunu özetliyor. Ama Miles Bron için bir takıntı haline geldiğini, adadaki evine Glass Onion (Cam Soğan) adını verdiğini ve başta çatıdaki ‘cam soğan’ olmak üzere evin her yanına camdan heykeller yerleştirdiğini görüyoruz. Cam, hem aralarındaki arkadaşlığın kırılganlığını hem Miles’ın kişiliğinin güçsüzlüğünü içeren bir metafor.

Öte yandan ‘Glass Onion’, The Beatles grubunun 1968’de çıkardığı ‘White Album’de yer alan şarkılardan biri… John Lennon, ‘Glass Onion’u şarkının sözlerinden derin anlamlar çıkarmak için uğraşan hayranların kafasını daha da karıştırmak için yazdığını açıkça belirtir. Ama hayranlar başta ‘Well here's another clue for you all / The walrus was Paul.’ (İşte hepiniz için başka bir ipucu / Mors Paul'du.) dizeleri olmak üzere bugün bile inatla şarkıyı anlamlandırmaya çalışırlar. Şarkının nakaratı ‘cam soğandan bakmak’ (Looking through a glass onion) üzerinedir ve onun da ne anlama geldiği hâlâ konuşulur. Özetle, ne anlama geldiği belli olmayan ‘cam soğan’ konseptine bu kadar önem vermesinin Miles Bron’un kişiliğini yansıttığı söylenebilir. O yüzden ‘finaldeki tahribat’a bir de buradan bakmakta yarar var.

6/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar