Del Toro'nun itaatsiz Pinokyo'su
‘Pinokyo’, Guillermo del Toro’nun ilk olarak 2008’de duyurduğu ve yıllarca tutkuyla bağlandığı projeydi. Çocukluğundan beri aklındaydı. Sinemacı olduğu dönemde de aklından çıkmamıştı. 2002 yılında Gris Grimly’nin Pinokyo illüstrasyonlarını gördüğünde, aradığı çıkış noktasını bulduğunu düşündü ve hayalini gerçekleştirmeye karar verdi. Ne var ki, projeyi geliştirip olgunlaştırmak yıllarını aldı. Filmi birlikte yöneteceği stop-motion animasyon ustası Mark Gustafson ile çalışmaya 2011’de başladı. Senaryoyu ise daha önce de birlikte çalıştığı Matthew Robbins ile birlikte yazdı.
Kısaca ‘Pinokyo’ olarak anılan ‘Guillermo del Toro Sunar: Pinokyo’ (Guillermo del Toro's Pinocchio), geçtiğimiz ekim ayında dünya prömiyerini yaptığı BFI Londra Film Festivali’nden bu yana aldığı olumlu eleştiriler ve ödüllerle 2022’nin en iyi animasyonları arasında gösteriliyor. Animasyon kategorisinde de Oscar’ın en güçlü adaylarından biri.
Guillermo del Toro, İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1883’te yayımlanan ‘Pinokyo’nun Serüvenleri’ adlı romanını filme uyarlamaktan ziyade bir çıkış noktası olarak kullanıyor; geçtiği tarihsel dönemi değiştiriyor ve nerdeyse bütün hikâyeyi yeni baştan yazıyor. Cırcırböceğini de filmin anlatıcısı haline getiriyor.
Film, I. Dünya Savaşı yıllarında marangoz Geppetto’nun (David Bradley), tek başına büyüttüğü oğlu Carlo (Gregory Mann) ile yaşadığı mutlu günlerde açılıyor. Kasabaya düşen bomba sonucu oğlunu kaybeden Geppetto, kendini içkiye veriyor ve yıllar boyunca toparlanamıyor. Ayakta durmakta zorluk çektiği bir gece, Carlo’yu gömdüğü gün diktiği çam ağacını kesip kukla yapmaya karar veriyor. Yıllardır Geppetto’nun acısına tanık olan ve dualarını duyan gizemli varlıkların çağırdığı Orman Perisi, çam ağacından yapılma kuklaya can verirken aynı ağacın içinde yaşayan cırcırböceği Sebastian J. Cricket’ı (Ewan Mc Gregor) da onun koruyucusu yapıyor. Geppetto, sabah uyandığında evin içinde dolaşan ele avuca sığmaz hiperaktif Pinokyo’yu (Gregory Mann) gördüğünde ne yapacağını şaşırıyor ve çareyi onu kilitlemekte buluyor. Film ile romanın kesiştiği ilk nokta, Pinokyo’nun kontrol edilemeyen ve nerden geldiği belirsiz enerjisi…
Romanda Pinokyo’nun canlanır canlanmaz dikkat çeken bir diğer özelliği, itaatsizliğidir. Evden kaçıp dışarıya çıktığında, varlığı otoriteler için sorun teşkil eder. İnsanlar onu kabul etmekte zorlanır. Dolayısıyla, toplum içinde dışlanması kaçınılmazdır. Del Toro, yeni karakterler ve yeni olay örgüsü ile karşımıza çıksa da hikâyeyi Pinokyo’nun kontrol edilemez enerjisi, itaatsizliği ve dışlanmışlığı üzerinden inşa ederek özgün eserin temalarından çok kopmuyor. Daha önemlisi, romanın özündeki baba – oğul sevgisini aynen koruyor. Ama Pinokyo’nun değişimi kadar çevresindeki karakterleri olumlu anlamda değiştirmesi, del Toro’nun yine özel vurgularından biri. Yeri gelmişken, del Toro’nun Pinokyo’yu Mussolini’nin faşist rejimine çomak sokan, otoriteye itaat etmeyen, İtalyan militarizmine meydan okuyan bir karakter olarak konumlandırdığını söylemek gerek. Filmde, sadece bir sahnede gördüğümüz Mussolini ve onun kasabadaki temsilcisi Podesta (Ron Perlman) dışında, romanda yer almayan bir kötü adam daha var: Kont Volpe (Christoph Waltz)… Kendisi, radyo ve sinema gibi 20. Yüzyıl’ın yeni teknolojileriyle rekabet etmekte zorlanan paragöz bir panayır sahibi. Aynı zamanda, ağzı çok iyi laf yapan düşmüş bir aristokrat. Del Toro’nun önceki filmlerinde sıkça karşılaştığımız, kötülüğün saf temsilcilerinden biri. Sadece Pinokyo’yu değil, asistanlığını yapan becerikli maymun Spazzatura (Cate Blanchett) dahil panayırda çalışan herkesi sömürüyor.
Filmin, önceki uyarlamalara göre daha karanlık ve kasvetli olduğu kesin. Ama Pinokyo’ya baktığımızda, özellikle romana oranla daha olumlu ve duyarlı bir karakter olduğunu görüyoruz. Önemsemiyormuş gibi görünse de cırcırböceği Sebastian’ın babası hakkında söylediklerinin her kelimesini hatırlaması, bunun göstergelerinden biri. Aynı zamanda ne istediğini bilen güçlü bir çocuk. O yüzden, Mussolini’den korkmayan Pinokyo’nun zamanı geldiğinde Kont Volpe’den kurtulmasının büyük sorun olmayacağını biliyoruz. Volpe’nin panayırında, öncelikle babasına para göndermek için çalışıyor. Ayrıca babasına tek başına hareket edebileceğini, sorumluluk alabileceğini göstermek ve onu gururlandırmak istiyor. Kaldı ki, panayırda çalışırken karşılık beklemeyen baba sevgisinin değerini anlayarak olgunlaşıp, büyüdüğünü görüyoruz.
Collodi’nin romanı, akademisyenler tarafından büyüme hikâyesi kadar; Pinokyo’nun karakter değişimi, finaldeki fiziksel dönüşümü ve ‘ölüm – yeniden doğum döngüsü’ üzerinden analiz edilir. Aynı döngü biraz farklı şekilde filmde de karşımıza çıkıyor. Pinokyo’ya can veren Orman Perisi’nin (Tilda Swinton) kardeşi Ölüm de filmin bilgelerinden biri. Pinokyo’ya hayat ile zamanın değeri ve bireysel tercihlerin önemi üzerine özlü konuşmalar yapan, yine Tilda Swinton tarafından seslendirilen Ölüm’ün, kardeşi Orman Perisi’nin aksine bireyciliği öne çıkardığı ve 21. Yüzyıl düşüncesine daha yakın olduğu öne sürülebilir.
Bu arada, nerdeyse tümüyle erkekler arasında geçen bir film seyrediyoruz. Pinokyo erkeklerden oluşan bir dünyada yolunu bulmaya çalışıyor. Carlo’nun annesi hakkında filmde pek bir şey yok. Sadece Geppetto’nun uyumadan önce söylediği şarkı için ‘annemin şarkısı’ diyor Carlo. Tüm bunlara karşılık, Pinokyo’ya can veren Orman Perisi, kadınlığın mutlak gücünü temsil ediyor. Del Toro’nun öyküye eklediği şefkatsiz ve soğuk bilge Ölüm’ün de eril karakter olduğunu unutmamak gerek.
Guillermo Del Toro, Disney’in 1940 yapımı animasyon filminin domine ettiği çağdaş Pinokyo imajından hayli farklı bir tasarımla geliyor karşımıza. Kuşkusuz, araştırdığınızda sinema, televizyon ve resimli romanlarda çok farklı Pinokyo tasarımları çıkıyor karşımıza. Del Toro’nun temel aldığı Gris Grimly’nin Pinokyo’sunun en önemli farkı, tekinsiz bir yanı olması. Del Toro’nun da özellikle Geppetto’nun Pinokyo’yu yapmaya karar verdiği, çam kütüğünü eve taşıdığı ve kuklanın yapımına giriştiği sahneleri Frankenstein göndermeleriyle gerilim filmi gibi çektiğini unutmamak gerek.
Del Toro’nun Pinokyo’su bizi öncelikle onun çam ağacından yapılma bir kukla olduğu gerçeğine götürüyor. Dolayısıyla, yüzündeki ifadeler son derece kısıtlı. Bu durum dublajı çok önemli hale getiriyor ve Carlo’yu da seslendiren genç oyuncu Gregory Mann sesindeki güçlü duygularla harika iş çıkarıyor. Pinokyo’nun öne çıkan ikinci özelliği, sarhoş marangozun elinden alel acele çıkmış bir kukla olması… Hatta yarım kalmış bir hali olduğu dahi söylenebilir.
Pinokyo ve çevresindeki dünya, gerçekçi diyebileceğim bir tasarım anlayışının ürünü ama filmdeki diğer bütün insan ya da hayvan karakterlerde karikatür estetiğine yakın bir grafik tarz göze çarpıyor.
123456Sabır ve zaman isteyen, dijital efektleri en aza indirgemeye çalışan stop motion animasyon tekniğinin mükemmel bir uygulaması var filmde. Nasıl çekildiğini merak edenler, Netflix’te filmin hemen peşinden başlayan 30 dakikalık ‘Animasyon Sanatının Perde Arkası’ (Handcarved Cinema) adlı belgeseli izleyebilirler. Del Toro’nun bazı sahnelerde istediği kesintisiz uzun kamera hareketlerinin 3 aya varan sürelerde, minyatür olarak hazırlanan setlerde nasıl gerçekleştirildiğine bir bakmanızı öneririm. Filmin ne denli ‘emek yoğun’ bir iş olduğunu kendi gözlerinizle görebilir; stop motion tekniğinde animatörlerin neden en az oyuncular kadar önemli olduğuna tanık olabilirsiniz. Aynı belgeselde prodüksiyon tasarımı ve görüntü yönetimi konusunda meraklı seyircilere önemli ipuçları veriliyor. Alexander Desplat’nın genel konsepte uygun olarak filmin müziğinde sadece ahşap enstrümanlar kullandığını da öğreniyoruz. Sinema sanatının en acımasız yanı, seyircilerin filmi sevmediklerinde arkasındaki emeği hiç umursamamasıdır. Ama burada sevilmeyecek bir film yok. Sinema tarihinin en iyi Pinokyo filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Filmin başarısında seslendirmeyi yapan oyuncuların da büyük payı olduğunu söylemek gerek. İçerdiği şarkılarla aynı zamanda müzikal nitelik taşıyan ‘Pinokyo’yu Netflix’te izleyebilirsiniz.
7/10
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce
- Silaha, şiddete ve öldürmeye inananlar4 hafta önce