Aykırı bir değerlendirme
Türkiye, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutladığımız bu 23 Nisan’ın hemen öncesinde çok zor ve kritik bir hafta yaşadı. Seçimlerde yüzde 10 barajının bir türlü
kaldırılamaması yüzünden barajı aşamayacak olan partilerin adayları ,”hukukun arkasından dolanma” yöntemini seçerek “bağımsız”(!) adaylıklarını ilan ettiler.
Ancak geçmişte terör olaylarına karışmış oldukları için almış oldukları cezalar Anayasa’nın 76.maddesine takılınca, adaylıkları Yüksek Seçim Kurulu tarafından veto edildi. Çünkü,76.madde “….Terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar,affa uğramış olsalar bile Milletvekili seçilemezler” demekteydi.
Aralarında 23. Dönem Milletvekili olan BDP’li adaylar da bulunan bu “bağımsız” adayların veto edildiği duyulur duyulmaz, kızılca kıyamet koptu. Doğu ve Güneydoğu illerindeki şiddet içeren sokak eylemlerini İstanbul,Mersin ve Adana’da ortalığı alt üst eden yakıp yıkma eylemleri izledi. Türk halkı, bütün bu üzücü eylemlere televizyon ekranlarında “sıcak gündem” başlığı altında tanık oldu.
Ülke, yaşanan ve daha vahim sonuçlara gebe olabileceği düşünülen bu olaylar yüzünden
çok fazla gerildi. Bu arada, yasalara ve Anayasa’ya bağlı kalarak karar vermiş olan Yüksek Seçim Kurulu’na yönelik tepki ve eleştiriler inanılmaz boyutlara ulaştı.
Örneğin, ‘yasa devleti’ değil de ‘hukuk devleti’ olmamız gerektiği; ‘demokrasinin önünün kesilmemesi’ için derhal düzeltme yapılması gerektiği gibi görüşler, aşağı yukarı tüm medya ve bir iki istisna dışında siyasetçiler tarafından can siperane savunuldu.
76. madde, 12 Eylül 1982 Anayasası ‘nın bir ürünü olduğu için,lanetlendi.
Ama, bütün bu eleştirileri yapanlar, özellikle de siyasetçiler, beceriksizlikleri ve uzlaşma kültüründen yoksun olmaları nedeniyle bir türlü değiştiremedikleri 82 Anayasasına “sadakatten ayrılmayacaklarına namus ve şerefleri üzerine and içtiklerini” akıllarına bile getirmediler.
Bu yakıp-yıkma eylemleri sırasında Bismil’de on sekiz yaşındaki genç bir protestocu polis kurşunu ile ölünce ortam daha da gerildi.
Cumhurbaşkanı, Ana Muhalefet Partisi lideri, ünlü köşe yazarları ve bazı hukukçular, mutlaka bir çözüm yolu bulunması gerektiğinde anlaştılar. Ne var ki her zaman, her konuda, herkesten önce fikrini söyleyen Başbakan, dört gün boyunca sustu.
Sonunda Ankara’da bazı mahkemeler, veto edilen adaylara , YSK’nın istediği ‘affa uğramış olduklarına’ ilişkin belgeleri jet hızıyla verdi. Bu belgeler, YSK’ya ulaştırıldı.
Yani, yine “hukukun arkasından dolanılarak”(üstelik bu iş bu kez hukukçulara yaptırılarak) sözde ‘ileri demokrasimizin’ namusu kurtarılmış oldu.
Şimdi şu gibi sorular aklımızı çok kurcalıyor:
Yasaların egemen olmadığı bir “hukuk devleti”nden söz edilebilir mi ?
Yasasız (soyut) bir hukuk devletinde bireysel özgürlüklerin güvencesi ne olacaktır ?
Bireyler, ‘Toplumsal Sözleşme’yi çiğneyerek ve ‘sivil itaatsizlik’ bahanesi ile sokaklara dökülüp istediklerini elde ettiklerinde, bu ileri demokrasinin mi yoksa anarşinin mi yengisidir?
Kurucu ideolojisini, tüm temel değerlerini ve yasalara saygısını yitirmiş olan toplumlarda bu türden sorulara ilişkin felsefi bir alt yapının ve anlamlı yanıtların bulunmamasından daha doğal bir şey olamaz.
- Eskimeyen bir yazı13 yıl önce
- Ödev ve Borç13 yıl önce
- Kara diller ve 'geleceğin ışıklı çiçekleri'13 yıl önce
- " YENİ MUHAFAZAKÂR DÜZEN"13 yıl önce
- Tarih bunları da yazacak (2)13 yıl önce
- Tarih bunları da yazacak13 yıl önce
- Adalet arayışı13 yıl önce
- Yine bir 8 Mart değerlendirmesi13 yıl önce
- Serdar Turgut'a Söylev yanıt veriyor13 yıl önce
- Darbe korkusu13 yıl önce