Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Kızı tanıştığı adamın peşinden Paris’e taşınacağını söylüyor babasına, bu yüzden yaşam şartlarına da yeni bir düzenleme yapmaları gerektiğini, yeni bir bakıcının geleceğini anlatıyor. Ama daha sonra doktora gittiklerinde, babası “Kızım beni bırakıp Paris’e taşınıyor,” dediğinde “Nereden çıkartıyorsun baba, ne taşınması, hiçbir yere gitmiyorum,” diye itiraz ediyor. Oysa hepimiz kulaklarımızla duyduk, kendisi söyledi Paris’e gideceğini. Peki evde oturup gazetesini okuyan adam kim? Kızın kocası olduğunu, bu evde yaşadığını söylüyor. Ama ev kimin? Baba kendisinin evi olduğunda ısrarlı… Konuyu açıklığa kavuşturacak kişi kızı, ama o da tavuk almak için markette şimdi. Birazdan gelecek, ama giren kadın az önce Paris’e taşınacağını söyleyen kişi değil.

Florian Zeller’ın kendi oyunundan sinemaya uyarladığı “The Father” bu gibi soruların yanıtını vermiyor, kimin tam olarak ne dediğini, hatta kim olduğunu dahi söylemiyor. İnadına bulanıklaştırıyor, kafa karıştırıyor. Gözümüzün önünde bazen duvardaki tablolar değişiyor, bazen mobilyaların yeri. Mutfakta tavuğun piştiği fırın bile aynı değil, “Arzunun O Belirsiz Nesnesi” filmindeki gibi aynı karakteri oynayan oyuncular da farklı. Çünkü 83 yaşındaki Anthony dünyayı böyle sisli algılıyor, olayları ve kişileri parça parça hatırlıyor, birbirine karıştırıyor. Çünkü 83 yaşındaki Anthony giderek aklını yitiriyor ve gerçeklikle ilgisi kopuyor. İzleyenler de dünyayı onun zihninden takip ettikleri için kafaları karışıyor.

HAYATTA KALMAKTA İNAT EDEN ANNE-BABALAR

“The Father” gibi filmler artık çok nadir yapılıyor. İnsanın kafasını kurcalayan, küçücük ayrıntıları yakalamak için tekrar tekrar izleme isteği uyandıran, bittikten sonra tortusu bir türlü kalkmayan ve ayrıntıları beyni kurcalamaya devam eden bir film bu. Üstelik epey bir dile çevrilen bir oyun uyarlaması; oyun uyarlamalarının sinemada iyi sonuç vermediği ezberini de bozuyor, sinema tekniklerini ve kamera hilelerini kullanmasıyla sanki daha baştan beyaz perde için yazılmış diye düşündürüyor. Övülecek çok unsuru var filmin, ama bir tanesi hepsinden ağır basıyor: Anthony Hopkins’in oyunculuğu. Hatta filmin geri kalanını gölgeliyor bile denebilir.

Zeller sinema uyarlamasında özellikle karakterin adının Anthony olmasında ısrar etmiş, hatta Hopkins’le aynı doğum gününü vermiş. Anthony Hopkins’in iyi oyuncu olduğunu görmek şaşırtıcı değil, ama Hannibal Lecter’ın bile eridiğini görmek ürkütücü.

Yaşlanmak üzerine yapılan ilk film değil kuşkusuz, ama belki de en etkileyicisi. Bunun bir nedeni zamanlaması olabilir. Oyunu pandemiden çok önce sahnelendi, çevrildi, ödüller aldı. Film de 2019’da çekildi. Ama bir senedir bütün dünya yaşlılarını ne yapacağını tartışırken, üstelik dünya bu konuda tam olarak karar vermemişken 83 yaşında akli dengesini yitirmek üzere olan bir adamın hikayesi pek çoğumuzda daha fazla karşılık buluyor.

Toplumların işleyişi çoğunlukla yaşlıları unutmak, onları kendi kaderine terk etmek, yola yaşlılar olmadan devam etmek üzerine kurulu. Kişinin zihinsel ve bedensel işlevleri katkı sağlayamamaya başlayınca sistem de onu refleks olarak bir kenara itip kendi ömrünü tüketmesini bekler. Tabu olduğu için pek çoğumuz bu konuda konuşmayız ama ölümü geciken yaşlıların kendi hayatlarımıza ayak bağı olduğunu bilir, sırtımızdaki bu ağır yük olmasa, anne-babamızı yaşatma sorumluluğundan kurtulsak nihayet kendi hayatımıza başlayabileceğimize inanırız. Tanıştığımız adamın peşinden Fransa’ya taşınabileceğimize inanırız—babama bakmak zorunda kalmasam. Oysa çoğu zaman geride kaldığımızı açıklamak için sığındığımız kullanışlı bir bahanedir bu, çünkü pek azımız sandığımız kadar cesur adımlar atmaya hazırlıklıyızdır.

Dave Eggers otobiyografisi “Müthiş Dahiden Hazin bir Eser” kitabında anne-babasını kaybetmenin kendisine “hareket etme özgürlüğü” kattığını yazıyor. Ancak anne-babasını erken yaşta kaybedenlerin, kaybedecek başka hiçbir şeyi kalmadığını düşünenlerin anlayacağı bir…özgürlük…avantaj…ayrıcalık…seçenek…doğru kelime belki de sadece hissiyat. Pek çok sanatçı en özgür ve yaratıcı ürünlerini kendi ailelerinden mecazi ya da gerçek anlamda kurtulduktan sonra verir.

“The Father” hayatta kalmakta inat eden ama kendi kendine yetemeyen ebeveynin çocuklarının hayatını rehin almasını hiç çekinmeden, usturuplu olma kaygısı gütmeden gözümüze sokuyor. Yanlış anlaşılmasın, ya da anlaşılsın fark etmez; annemle bir dakika daha geçirmek için kendi hayatımdan feragat etmeye hazırım, ama bir yandan da onu aklını kaybetmiş, tuvaletini tutamayan, yürümeyen, algısı kapanmış görmeyeceğim için şanslıyım.

BUNDAN SONRASI

Yaşlı olmayanların yaşlıların kaderi üzerinde ahkam kesmeleri ve karar vermeleri kolay, çünkü pek azımız yaşlanacağımızı düşünerek hayatımızı yaşarız. “Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkeste olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelir,” diye yazıyor Paul Auster kendi yaşlılığını anlattığı “Kış Günlüğü” kitabında.

Bu gerçekle kendi hayatımda filmi izledikten birkaç gün sonra, geçen hafta aniden yüzleşmek zorunda kaldım. Bir lokantada hesabı okumakta zorlandım; 78 mi 70 mi yazdığını bir başkasına sorarak ve adisyonu gözümden biraz uzaklaştırarak ayırt edebildim. Belki karanlıktı, belki fişin yazı tipi iyi seçilmemişti ama bütün bunlar bahane.

Bundan sonra uzatmaları yaşadığını biliyor olmak, “sex, drugs and rock n roll”un geride kaldığını kabullenmek, eskiden dalga geçtiğin tiyatro oyunlarına gitmeye başlamak, hatta keyif almak, ekrandaki yazı tipini her yıl biraz daha büyütmek, mesafelerin uzaması, belli bir uyku düzenine geçiş, gece kulüplerinde sabahlamak yerine kendi yatağında ısrar etmek, uyumak ve seks kovalamak arasındaki tercihin gayet netleşmesi, yaşlandıkça huysuzlaşacağını, çekilmez olacağını bilmek, doktor arkadaş edinmek, ileride yapılacak işler, çıkılacak tatiller, tanışılıp aşk yaşanacak insanları beklemektense kendini şimdiden, şimdilik çok erken gibi gözükse de, adını anmaktan korktuğun dört harfli sona hazırlamak, böyle yaşamanın bugüne kadar bildiğin yaşam olmayacağını bilmek… cümleleri yarım bırakmak ve giderek sayfadaki harfleri uzaklaştırarak okumak… Başlayacak demişlerdi, başlıyor.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar