Born to Run
Ahmet Tulgar’ın içinde İbrahim Tatlıses, Sezen Aksu, Reha Muhtar, Gaffar Okkan, Mehmet Ağar, Ömer Madra, Enis Batur, Bucak aşireti, Mehmet Y. Yılmaz, Kadir İnanır, Sırrı Sakık, Can Ataklı, Başpehlivan Ahmet Taşçı, Ali Saydam, Murat Belge geçen hikayesinin bir yerlerinde ben de vardım. Bu upuzun listeye daha da fazlası eklenebilir. Ahmet Tulgar’ın bunlarla ilişkisi sadece numaralarını fihristine yazmaktan ibaret değildi. Hepsiyle ayrı ayrı özel anıları, dostlukları, kimi tatsız tecrübeleri, geçirdiği komik zamanlar vardı. Çetin Emeç için “magazine çok düşkün ve magazini seven, öyle yaşayan bir gazeteci” yazılır hep. Bunu söyleyenler bir de Ahmet Tulgar’ı tanısaydı. Basında onun kadar renklisi, magazini ve siyaseti sapkınlık derecesinde bir ilgiyle seven ve takip eden bir başka gazeteci daha var mıydı tartışılır.
Çok yorucu bir arkadaş, zor bir çalışan, keskin bir zeka ve kuvvetli bir kalemdi Tulgar. Aynı zamanda kendi kendisinin en büyük düşmanıydı da. Kariyerinin en parlak zamanlarının birinde medya plazaları bırakıp İbrahim Tatlıses’le dizi çekmek için Güneydoğu’ya gidecek kadar kontrolsüz ve şuursuzdu. Gazete onun söyleşiye gittiğini zannediyordu, birkaç hafta dönmeyince işine son verdiler. Ama dört ay “Fırat” dizisinde oynadı ve o zamanlar yolun başındaki Gülben Ergen’i de öyle tanıdı.
“Bizim yanımızda dolanırdı, şimdi kendisine ulaşamıyoruz, ne asistanı?” diye çığlık çığlığa telefonda bana bağıran Gülben Ergen’i. Ahmet Tulgar onu yerin dibine sokan bir yazı yazmış, Ergen haklı olarak delirmiş ve arayıp hesap sormak istiyordu. O ise ısrarlı aramalara rağmen telefona çıkmadığından benden asistanı rolünü oynamamı istemiş, Ergen’le de ben konuşmak zorunda kalmıştım. Şımarıklığımın doruğunda, krizi yatıştırmak bir yana sanırım daha da tırmandırmış, Ergen’i daha da çıldırtmıştım. Telefonu kapattığımızda arkasından kahkahalarla gülüyorduk.
AŞK VE DEVRİMDEN HİÇ VAZGEÇMEDİ
Dalga geçilmeyecek, malzeme edilmeyecek, yerin dibine batırılmayacak hiçbir kişi ve tabu yoktu bizim için. Her an, her dakika gözümüzden yaşlar gelene kadar gülerdik. Hakan Şükür’ün ikinci düğününe o zamanlar Milliyet yöneticisi olan “Salim Alpaslan ve eşi” davetiyesiyle sızmış, ertesi gün o Milliyet’te ben Radikal’de geceyi ifşa eden, düğün sahiplerini çıldırtan yazılar yazmıştık. İlk o gece arkadaş olduk sanırım. İzlenim yazmayı, bir olayın başından sonuna kadar beklemeyi, görmeyi, bakmayı, sabretmeyi, malzeme toplayıp sayfada öğütmeyi ondan o gece öğrendim. Ta Küçükyalı’da oturuyordu, onu Levent’te bir taksi durağına bırakırken Hilton Oteli’nin otoparkında başladığı son derece müstehcen bir hikayeyi en ince ayrıntısına kadar arabadan inene kadar anlatıyordu.
Yıllar sonra yine Hilton’un Çin lokantasında en uçta kapkaranlık bir masada Serdar Turgut beni yemeğe çağırmış, başına geçtiği Akşam gazetesinin nasıl olması gerektiğini konuşurken “Ahmet’i alalım,” demiştim. Hemen her gün görüşüyorduk ama o akşam ben gizemli bir randevu için ortadan kaybolmuştum, o da şüphelenmemişti. Telefonda “Hemen şu anda Dragon’a geliyorsun,” dediğimde sorgulamadı, ikiletmedi. Serdar Turgut bize çok iyi baktı, bir akşam kazandığımız parayı harcamak için Beymen’e gittik ve etiket fiyatı akıl kaçırtıcı olan D&G bereyi “Ahmet, ben buna bu parayı verecek kadar şuursuz değilim ama sen bu kadar şuursuzsun ve bana bunu almanı istiyorum,” dedim. Yine ikiletmedi. O bereyi takside kaybettim.
Birlikte çok kısa çalıştık, çünkü çalışması imkansız biriydi. Kontrol altına alınmaktan, disiplinden, ekip uyumundan hiç hoşlanmazdı. Ve habire birine aşık olur, aslında aşık olduğunun kendi hayal gücü olduğunu, o erkekten öyle bir aşk malzemesi çıkmaması gerektiğini bile bile kendisine zarar verirdi.
O dönem kendi açısından felaketle sonuçlandı ama Turgut’un odasına girip yayın yönetmeninin en meşgul saatlerinde 25 dakika içinde yine müstehcen ayrıntılar olan hikayeler anlatmasını unutmak mümkün değildi.
O zamanlar hemen her gece gittiğimiz Beyoğlu’nda Safran’ın sahibi Altan sıkışık trafikte kafasını çeviriyor, yan araba bas bas bağırıp kavga eden iki kişiyi görüyor: Ahmet ve ben. Her dakika ama her dakika kavga eder, sonra gözümüzden yaşlar gelene kadar gülerdik. Benim arabam vardı, o arabayla otogar denetiminden uluslararası güreş müsabakasına kadar çıkmadığımız çark kalmadı.
Ben onun için hep fazla Beyaz Türk’tüm. O bir gün bile devrim, sosyalizm ve Kürt olmamasına rağmen Kürtlere özgürlük hayalinden vazgeçmedi. Bir Berlin seyahatinde durmadan alışveriş yaptığım için yapmadığını bırakmadı. Nişantaşı’nda o cafe senin bu cafe benim gezdiğimiz ortak arkadaşımızla ikimizi “Lux tuvalet reklamlarındaki Claudia Cardinale”ye benzetip upuzun bir tirad atardı. Dün FaceTime’da karşılıklı ağlarken bunları hatırlayıp güldük, tıpkı üçümüzün birlikte Cafe Wien’de geçirdiğimiz saatlerde olduğu gibi.
Sabahları bazen erkenden telefon çalar, daha merhaba nasılsın demeden o tok sesiyle bana Şenay Düdek’in Posta’daki yazılarını baştan sona okurdu. Sonra aynı düğünde gördüğü her ayrıntıyı elindeki küçük kasetine kaydeden Düdek’le arkadaş olup gezmeye başladık.
İkimizin yolculuğu bizi gecenin bir vakti Sarı Konaklar’da Mahsun Kırmızıgül’ün dairesine, İlhan Kesici’yle berber tıraşına, İbrahim Tatlıses’in sahnesine, Reha Muhtar’a Kuruçeşme’de bir İtalyan lokantasında eşcinselliğin ne olduğunu anlattığımız o geceye, Sinan Engin’le Beşiktaş soyunma odasına, Yıldırım Mayruk ve Barbaros Şansal’ın Sarıyer’deki malikanesine, İzzet Çapa’nın bir gece kulübünde Nazan Şoray’ın masasının üstüne (evet, masanın üstüne çıkıp dans edildi), Murathan Mungan’la Cihangir’de bir balıkçıya sürükledi.
Ajda Pekkan’ın kulisindeki ekibe bakar mısınız: Ahmet Tulgar, Perihan Mağden, Lale Müldür ve ben. Ayşe Ersayın bizi kovana kadar Ajda’nın en yakın arkadaşlarıyız ama dudaktan buseye bir tek Müldür layık görülüyor. Ajda bize “Gidip Bodrum’da sakal mı uzatayım,” diyor ve eve gidene kadar bu lafa gülüp ne demek istediğini düşünüyoruz. Hani istese Bodrum’a gidip nasıl uzatacak falan… Bizi eve bırakan arabayı kim kullanıyor peki? Sisi!
FİLMİ ÇEKİLESİ BİR HAYAT
Yıllar içinde koptuk, kavga ettik, küstük barıştık, en son ona hayranı olduğu Bruce Springsteen’in otobiyografisini getirdim ama galiba birbirimizi hiç bırakmadık. Hayatımdaki herkesin ucu bir şekilde ona dayanıyor, bugün en yakınlarımla ya o varken tanışmışım ya o tanıştırmış. Sanırım daha küçücük bir çocukken medya plazaların koridorlarında beni de onun yanındaki çocuk olarak hatırlıyor herkes.
İnsanlar onun ne kadar entelektüel olduğunu, kusursuz kullandığı kelimeleri, içinde Foucault ve Barthes geçen ve Deniz Alphan’ı delirten bir paragraflık sorularını, entelektüel birikimi, aktivizmini, hapse girmesini, çıkmasını, medyada parlamasını sonra sürülmesini falan hatırlayacaklar. Ama onunla ben en renkli yıllarımızı, o manyak zamanımızı geçirdik. Bir insanın hem Foucalt’ya hem Tatlıses’e nasıl aynı derece hakim olabilmesi benim için hep gizemini koruyor, ama bu Ahmet Tulgar’dı işte. “Film gibi hayat,” ifadesi çok sık kullanılır, değerini de bu yüzden korumaz. Ama Ahmet Tulgar’ınki filmi çekilesi bir hayattı. Bu hayat nasıl tek başına Ataşehir’de bir evde kalp kriziyle biter, nasıl böyle sıradan bir son olur aklım almıyor. Hayranı olduğu Bruce’un en bilinen şarkısında dediği gibi kaçmak için yaratılmıştı belki de, kaçarcasına gitti.
- Trump oligarklar rejimi kuruyor19 dakika önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir2 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi4 gün önce
- First lady Elonia5 gün önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce
- Milyarderlerin Trump sevdası2 hafta önce