Ayarlar değişirken
CUMHURBAŞKANI Erdoğan’ın Tahran ziyareti farklı boyutlarıyla önem taşıyordu. Bir yandan iki ülkenin kavgalıyken bile çıkarlar söz konusu olduğunda görünüşü kurtarabileceklerine tanıklık ettik. Diğer yandan gerek basın toplantısında gerekse dönüş yolunda Cumhurbaşkanı’nın söylediklerinden Türkiye’nin özellikle üzerine iyice yapışmaya başlayan “mezhepçilik” etiketinden kurtulmak için bir söylem ayarına gittiğini söyleyebiliriz.
Bundan yaklaşık iki hafta önce İran yayılmacılığı, Şiiliğin her yerde kendini göstermesi hakkında söyledikleri nedeniyle sorunlu olacağı düşünülen ziyaret, ikili görüşmelerde çok ters tartışmalar olmadıysa sorunsuz geçti. Ancak ziyaret yalnızca Tahran’da geçirilen süre ve basın toplantısında söylenenlerle sınırlı olmayan boyutlar da içeriyordu.
Öncelikle ziyaretin üzerinde Yemen’deki gelişmeler, Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın bu ülkedeki müdahalesine verdiği desteğin gölgesi vardı. Erdoğan’ın Tahran ziyaretinden önce Suud rejiminin üç güçlü kişisinden birisi olan veliaht vekili Muhammed bin Naif’in Ankara’ya gelmesi bunu gösteriyordu. İran’ın destek verdiği Husi güçlerinin hava saldırılarıyla engellenemeyeceği giderek ortaya çıktığından bu ülkedeki çatışmanın ancak müzakere yoluyla çözülebileceği de herhalde anlaşılıyordu.
Türkiye, bölge siyasetinde epeyce gerileyip, etkisizleştikten sonra Mısır’daki darbenin destekçisi Suudi Arabistan ile yarattığı gereksiz husumeti gidermeye çalıştı. Kral Abdullah’ın vefatı, yerine gelen Kral Selman’ın Müslüman Kardeşler konusunda daha esnek bir politika benimsemesi Ankara-Riyad yakınlaşmasının önünü açtı. Daha önce Suriye’de Esad’a karşı olsalar da farklı grupları destekleyen iki ülke artık daha yakın işbirliği içinde.
Şimdi de Suudi Arabistan açısından en ciddi güvenlik tehditlerinden birisi olan Yemen’deki kriz yeni bir işbirliği alanı açıyor. Gerçi Arap Birliği Genel Sekreterinin Türkiye’yi İran ve İsrail ile aynı kaba koyarak söylediği zehir zemberek laflara Riyad’ın bir tepki verdiğini sanmıyorum.
Sonuçta Türkiye Yemen üzerinden yeni bölgesel düzen arayışlarının bir parçası olmaya çalışıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da uçakta, “Her şeyden önce Yemen’deki grupları, siyasi temsil kabiliyeti olanlar başta olmak üzere bir araya getirip anlaşmalarına zemin hazırlayacak bir yaklaşım içinde olmamız lazım. Onlar da buna olumlu bakıyor. Önceki gün...Prens Naif bizdeydi. Aynı kanaatte olduklarını söylediler. Bu düşüncelerimizi yazılı ve sözlü olarak İran tarafına verdik” demiş.
Pek çok yorumcunun da vurguladığı gibi İran ve Türkiye yüzyıllardır hem birbirileriyle rekabet eden hem de birbirileriyle işbirliğine muhtaç iki devlettir. Bugünkü koşullarda bu işbirliği gereğini en somut şekilde gösteren olgu yaptırımlar altında inim inim inleyen İran’ın sattığı doğalgazın yüzde 95’ini Türkiye’nin satın alıyor olması. Rekabetin göstergeleri ise ibadullah: Suriye, Irak hatta üzerinde kimin nasıl nüfuz kuracağı meselesi bağlamında Kürdistan Bölgesel Yönetimi iki tarafın mücadele alanları.
Bu arada Türkiye’nin İran’ın nükleer programı konusunda Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle İsrail’inkinden farklı bir duruşu var. Bu ülkelerin aksine Lozan’da varılmış olan anlaşmadan şikâyetçi değil. Hatta geçmişte bu konuda Brezilya’yı da yanına alarak son derece değerli ancak ABD tarafından kabul görmeyen bir inisiyatif de almıştı.
Özetle söylemek gerekirse, Türkiye’yi yakından izleyen Aaron Stein’in de vurguladığı gibi “Türkiye’nin bölgesel çıkarları İran ve Suudi Arabistan arasında ince bir çizgide yürümesini gerektirir.”
Ancak bu gelişmeler sonucu Türkiye’nin hem söylem düzeyinde hem de genel bölgesel yaklaşımında ciddi bir özeleştiri ve revizyon dönemine ihtiyacı olduğu da giderek daha iyi anlaşılıyor.
- Veda ve teşekkür6 yıl önce
- Bir seçimi kazanmak ya da bugünler için La Bamba6 yıl önce
- NATO'nun belirleyici rolü6 yıl önce
- NATO6 yıl önce
- Trump Amerika'sı6 yıl önce
- Demokrasi olgunluk sınavını veriyor6 yıl önce
- Seçim6 yıl önce
- Yavru köpeğin bakışı, Ayşe Hanım'ın sözleri6 yıl önce
- ABD'nin yolu6 yıl önce
- G-?6 yıl önce