Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Yarın, içinden geçtiğimiz günlerin tarihi yazıldığında Suruç’taki katliamın ardından hükümetin bir yas ilan etmemesi herhalde iktidarın hatalar zincirine eklenmiş bir halka diye görülecektir. Bu yalnızca ölen gençlerin fotoğraflarında gördüğümüz ışıltılı yüzleri, insanı saran gülümseyişleri ve apaçık belirgin iyi niyetlerinin bu saygı adımını hak etmesinden dolayı değil.

Dünkü olayla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları geri döndürülmesi zor bir şekilde Suriye iç savaşının içine çekildi. Daha doğrusu dünkü analizinde Ruşen Çakır’ın vurguladığı gibi “Örgüt geniş bir kitle tabanına, yaygın bir örgütlenme ağına sahip olduğu Türkiye’yi de artık bir savaş alanı olarak ilan etmişe benziyor.”

Böyle bir durumda ilan edilecek bir yas, Başbakan Davutoğlu’nun çok arzuladığını söylediği bir bütünleşme duygusunu yaratabilmek açısından kanımca çok yararlı olurdu. Bunun yapılmamasının nedeni Çakır’ın yazdığı gibi örgütün (ki artık devlet ya da yarı devlet demek daha doğru olacak sanki) Türkiye’deki kitlesel tabanının yaygınlığından mıdır bilemiyorum. Ancak halen Batman’da olan Özcan Tikit’in gözlemleri önümüzdeki dönemin içerdiği tehlikeler hakkında bir fikir veriyor.

Tikit’in anlattığına göre Batman ve genelde bölge açısından (IŞ)İD gazetelerde hakkında haber okunan ya da TV’de izlenen bir örgüt değil. Suriye ile iç içe yaşayan bölgede bu örgütün yarattığı dehşet somut bir gerçeklik olarak yaşanıyor. Dahası bölge halkı devletin kendisini korumadığını görüyor, buna inanıyor. Müsamahaya ve teveccühe layık görülenlerin araba bagajlarında “keleş”lerle dolaşan cihatçılar olduğunun da gayet farkında.

Bu durumda ülkenin batısında lafı edilen “kamu düzeni” bağlantılı sözlerin pek bir hükmünün olmadığını, Güneydoğu’da örgütün gölgesi altında yaşayanların kendilerini bir şekilde savunmak gereği duyduklarını anlıyorsunuz. Kobani’den beri toplumu bölecek bir söylemi sürdürmenin, devleti bölgedeki ideolojik savaşın tarafı haline getirmenin sonucu da ister istemez yabancılaşma ve bilenme oluyor.

Sonuçta Türkiye’ye saldıracağını kendi dergisinde bu ülkenin siyasi şahsiyetlerini ve bizzat kendisini mürted, tağud veya kâfir ilan eden bir zihniyetten bahsediyoruz. Neler yapmaya muktedir oldukları konusunda da zaten tereddüde yer bırakacak bir durum yok.

Bugün vardığımız noktanın izlenen Suriye politikasından bağımsız değerlendirilmesi mümkün değil. Türkiye’yi yönetenlerin sınırsız bir ihtirasla giriştikleri bölgede hegemonik devlet olma projesi, yalnızca büyük ve ülkenin itibarını yok eden bir fiyaskoyla sonuçlanmadı. Uyarıları hiç dinlemeyip aynı yanlışlarda ısrar etmenin bir sonucu olarak korkulan gerçekleşti. Savaşın tarafı olmayı meşrulaştırmak için kullanılan dil, cihatçı örgütlere gösterilen müsamaha Türkiye’nin mezhepsel fay hatlarına fena enerji yükledi.

PKK’ya yakın PYD ile (IŞ)İD arasındaki Rojava’da hâkimiyet kurmak için yapılan savaş, mezhepsel kırılmanın yanına etnik gerginliği ekledi. Muhafazakâr Kürtlerin bile etnik kimliklerine sığınmaktan başka çare görmedikleri bir toplumsal ortamı şekillendirdi. Suriye’de yaşananlar, PYD’nin Telabyad’ı alması karşısındaki örgütü biledi. Şimdi, seçimlerin ardından kabaran dışlayıcı, tahrik edici ve giderek bölücü söylemden yararlanarak Türkiye’de çatışmaları yeniden tetiklemeye çalışıyor ki kendisi Suriye’de rahat etsin.

Bu şartlarda yeni bir hükümetin ve özellikle de AKP-CHP koalisyonunun kurulması artık yalnızca ülkeyi kim idare edecek meselesine bir cevap olmaktan çıkmıştır. Ortada, fay hatları kırılma noktasına gelmiş, iç savaş yaşayan iki ülkeye komşu kendi yaraları da henüz sarılmamış, ruh huzuru bulamamış bir toplum var. Bu koalisyonun kurulması Türkiye’nin yalnızca dış politikasını değil siyasetine hâkim olan dili değiştirmesi, bu toplumu yatıştıracak, güven telkin edecek adımların atılması için de elzemdir.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar