Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

BAZEN olaylar beklenenden hızlı gelişir, şaşarsınız. Olayın tarafları bile başlattıkları işin ucunun nereye gelip dayandığını gördüklerinde inanamayabilir. Türkiye- Almanya ilişkilerinde gelinen nokta tam da bu türden bir durumu gösteriyor. Bugüne dek Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemiş olan SPD’nin lideri Martin Schulz, Ankara ile üyelik müzakerelerini durduracağını söyleyince, genelde fazla radikal adımlar atmaktan hoşlanmayan Şansölye Angela Merkel de “Türkiye’nin AB üyesi olmaması gerektiği açıktır. Ortaklarımıza katılım müzakerelerini sona erdirmek için ortak bir pozisyon oluşturmayı teklif edeceğiz” dedi.

Bu şekilde yalnızca Ankara ile Berlin arasındaki kriz daha da derinleşmekle kalmadı, Türkiye’nin yakın vadede AB üyeliği gibi bir hedefinin olamayacağı neredeyse resmiyet kazandı. Zaten müzakereler donmuştu. Zaten gayriresmi olarak AB üyeliği hedefi diye bir şey kalmamıştı. Zaten Türkiye AB üyesi ülkelerin önemli bir kısmıyla aynı dili konuşmaktan çoktan vazgeçmiş, ilişkiler sevmediğiniz bir akrabaya ya parası için ya da maraza çıkarmaması için tahammül etme noktasına indirgenmişti.

Türkiye’nin bugünkü siyasi gidişatı, toplumunun ruh hali, yürürlükteki siyasetinin hedefleri göz önünde bulundurulduğunda kolay kolay bir değişiklik beklemek mümkün değil. Avrupa siyasetinde de çoğu ülkede yaşanan dalgalanmalar ve popülist baskılar bir yandan, referandum sürecinde Almanya ve Hollanda gibi ülkeler hakkında Türkiye’de fazlasıyla kolay ve düşüncesizce kullanılan sıfatların yarattığı rahatsızlık ve sert tepki diğer yandan köprülerin yeniden inşasını zorlaştırıyor.

Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilerin bu noktalara varması gerekmiyordu. Özellikle Şansölye Merkel’in, mülteci anlaşmasının pürüzsüz sürmesi adına kendisi açısından hayli riskli adımlar atarak Türkiye’ye yönelik alttan alan ve anlayışlı bir politika izlediğini biliyoruz. 1 Kasım seçimlerinden 2 hafta önce AB’nin tüm teamüllerine aykırı olarak Türkiye’ye gelerek iktidara önemli bir meşruiyet zemini sağladığı da malum.

16 Nisan referandumunun ardından AGİT gözlemcilerinin oylamanın sağlığı ve dürüstlüğüyle ilgili olumsuz raporlarına rağmen AB’den sert bir tepki gelmemesinin, müzakerelerin askıya alınması gibi bir sonucun Malta zirvesinde çıkmamasının ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği gibi ilişkilerin geleceğinin 1 yıllık bir takvime bağlanarak ilişkilerin yumuşatılmasının mimarı Merkel’di. Şansölyenin, Schulz ile birlikte çıktığı televizyon programına kadar “İlişkileri koparan taraf biz olmayacağız” düsturuyla hareket ettiği de biliniyordu.

O zaman nasıl olup da ilişkilerin bu noktaya geldiği üzerinde Almanya’nın kıskançlığı/ırkçılığı/korkuları gibi fantastik gerekçelerden medet ummadan nelerin yanlış gittiğini nesnel şekilde değerlendirmek gerekir. Artık Almanya AB’dir, AB Almanya’dır. Türkiye’nin ekonomik çıkarları bu ikiliden bağımsız korunamayacağına göre işin bundan sonrası üzerinde iyi düşünmek ve tutarlı bir siyaset oluşturmak gerekecektir. Bugünkü iç politika ortamı ve bugünkü yargı yapısı ve zihniyetiyle bunun nasıl başarılacağı muamma olsa da...

Bu konuyu tartışmaya devam etmemiz gerekecek. Ancak şimdilik kısaca iki gerçeği vurgulamak gerekir. Eğer mesele Türkiye’deki insan hakları ihlalleri, demokrasi standartlarındaki gerileme, yargı bağımsızlığının iğdiş edilmesi ve maksat da bunları yeniden tesis etmek idiyse Türkiye’nin ve Türk toplumunun AB üyeliği ihtimalini ortadan kaldırarak bunun nasıl gerçekleştirilebileceği bir muammadır. Üyesi olmayacağınız bir kulübün kurallarına uymanız için bir neden kalmamış demektir. O kulüp üyeliği hedefi olmayınca da burada kendiliğinden o kurallara uygun bir düzen isteyenlerin pek güçlü olmadığı da malumdur.

İkinci nokta olayın haber haline getirilişinde, Avrupa medyasının bana göre yanlılığıdır. Türkiye-AB ilişkilerinin buraya varmasının yegâne müsebbibi Türkiye ve onun son 10 yılda Kopenhag kriterlerinden uzaklaşan iktidarı değildir. Eğer dürüst olunacaksa, Kıbrıs konusunda tutulmayan sözlerin daha müzakereler başlamadan 2004’teki sözden dönmek isteyen Fransa’nın, Avusturya’nın, Almanya’nın bugünkü durumdaki payı da tartışmanın bir parçası sayılmalıdır.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar