Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

24 yıl önceki ilk film, edebiyat ve sinemadaki örneklerine her janrda her çağda sıkça rastladığımız bir intikam anlatısıdır: Kötü adamın eylemlerinin ardındaki neden, kıskançlık ve iktidar hırsıdır. Rakibi olarak gördüğü ve yok etmek istediği iyi adamın hedefi ise en zorlu yoldan, ölümü göze alarak itibarını geri kazanmaktır.

“Gladyatör II”nin (Gladiator II) ana karakteri Hanno / Lucius Verus (Paul Mescal) için de başlangıçta her şey intikamla ilgili gibi görünüyor. Ama film ilerledikçe ve karakter sayısı arttıkça işler karışıyor. İki karakter arasında geçen bir hesaplaşmadan ziyade ilk filme kadar uzanan ve sürprizler içeren bir devam hikâyesi çıkıyor ortaya. Üstelik herkesin farklı dertleri, bazılarının gizli hedefleri var. Hikâyeye sadece intikam ve itibar arayanlar değil, “özgür Roma” idealiyle hareket edenler de yön veriyor. Hatta bir noktadan sonra her şey, tiranlığın sona ereceği, senatonun yönetimde daha çok söz sahibi olacağı, vatandaşlara ve yoksullara sahip çıkılacak bir Roma idealiyle ilgili olmaya başlıyor. Demokrasi görünümlü otoriter rejimlerin kendini hissettirdiği bir çağ için kuşkusuz anlamlı bir öykü bu… Ama “Gladyatör II”nin politik yanının öyle çok baskın olduğu iddia edilemez. Sadece ana karakter ile Roma halkının özgürlük arayışının çakıştığı eski usul bir kahramanlık hikâyesi söz konusu.

Açılıştaki savaş sekansı dahil iki filmin kuşkusuz birçok ortak noktası var. Devam filmlerinin çoğunda olduğu gibi denenmiş ve başarılı olmuş orijinal formülden vazgeçilmediği belli. Hikâye örgüsünde farklılıklar var kuşkusuz. Sözgelimi, ilk bölüm bizi farklı sulara götürüyor. Film, Kuzey Afrika’nın son özgür liman şehirlerinden biri olan Numibya’da yaşayan Lucius’un, eşi Arishat (Yuval Gonen) dahil savaşta her şeyini kaybetmesi ve bunun sonucunda Romalı General Marcus Acacius’tan (Pedro Pascal) intikam alma arzusuyla başlıyor. Gerçi savaşın en ön saflarında elinde kılıçla ordusuna liderlik yapan cengâver Acacius’u gördüğümüzde, alışageldiğimiz kötü adam imajına pek uymadığını seziyoruz. İlk filmden tanıdığımız Lucilla (Connie Nielsen) ile evli olması dahil onunla ilgili her yeni sahne ve gelişme, Lucius’un önüne çok doğru bir hedef koymadığını gösteriyor bize. Ama Roma’yla ilgili her şeyden olduğu gibi General Acacius’tan da nefret ediyor. Tahtı birlikte paylaşan kardeş imparatorlar Geta (Joseph Quinn) ile Caracalla’nın (Fred Hechinger) kötülüğün asıl kaynağı olduğunu fark etmemek olası değil. Barış değil sürekli savaş isteyen Geta ve Caracalla, kökü çok eskilere giden, “yozlaşmış ve beceriksiz hedonist Roma imparatorları” klişesini bir kez daha tazeliyorlar. Tıpkı ilk filmin Commodus’u gibi…

Kafamızı biraz olsun karıştıran karakter ise köleleştirilen savaş esiri Lucius’u gladyatör olarak arenaya süren Macrinus (Denzel Washington) oluyor. Eski bir köle olan Macrinus, başlangıçta bir Shakespeare karakterine benzeyecek gibi görünüyor ama film ilerledikçe, hikâye örgüsünün kilit karakteri olmanın ötesine geçemiyor. Sadece o değil, ilk yarıda daha sofistike bir film beklentimizi artıran gelişmeler ve detaylar, ikinci yarıda biraz basitleşiyor. “Gladyatör II” kestirme yoldan ilk filmin formülüne bağlanıyor. O formülün kuşkusuz en önemli bileşenlerinden biri arena ve oradaki mücadele...

Gladyatörlerin ölümüne dövüşler için çıktığı arena, tarih boyunca Roma İmparatorluğu’nu tanımlayan en popüler imge olarak çıkar karşımıza. Halk için sadece eğlence veya kanlı bir spor etkinliği değildir. Filmde altı çizildiği gibi, kaba kuvvete ve fiziksel güce nerdeyse tapınılan yerlerdir arenalar. Savaşlar, askeri zaferler ve işgaller üzerine bina edilmiş imparatorluğun kişiliğini yansıtırlar. Aynı zamanda iktidarın halkla buluşma mekânıdır. Film için en önemlisi ise insanların gönlünü kazandığın veya gözlerinden düştüğün yer olmasıdır.

İlk filmin başarısındaki önemli noktalardan biri, bence seyircilerin Roma İmparatorluğu’ndan ziyade arena ve gladyatörleri yeniden keşfetmesiydi. Çünkü her çağda ve her sosyal yapıda, insanların kitlelerin gönlünü kazandığı veya kaybettiği farklı “arena”lar vardır. En alttan gelerek zirveye çıkabildiğin yerlerdir bunlar ve kapitalizm doğası gereği birçok “rekabet arenası” sunar insanlara.

5 Oscarlı ilk filmin başarısında, arena metaforu kadar Ridley Scott’un, “tarihi macera”nın spesifik bir alt türünü kendi çağının sinema estetiğine uygun şekilde yenilemesinin de büyük payı vardı. 24 yıl önce “Gladyatör”ü seyrederken daha ilk dakikalardan itibaren yönetmenliğe kendimi kaptırıp gittiğimi hatırlıyorum. Anlatım, görsel atmosfer ve dijital özel efektlerin kullanımı, çekildiği dönem için ilham vericiydi. Böylelikle Scott, İngilizce konuşulan dünyada “sword-in-sandal” (kılıç ve sandalet) diye de adlandırılan alt türü dönemin sinema teknolojisiyle yeniden şekillendirerek benzer filmlerin önünü açtı.

Bilimkurgu sinemasının farklı alt türleri için Ridley Scott’un yönettiği “Alien” (1979) ve “Blade Runner” (1982) neyse, Roma İmparatorluğu’nda geçen filmler için de “Gladyatör” benzer özellikler taşır. Buna karşılık, “Gladyatör II”nin, devam filmi olarak “Aliens” (1986) ve “Blade Runner 2049” (2017) kadar başarılı olduğunu söylemem mümkün değil. “Gladyatör”ün açtığı yolda son 24 yılda “sandaletli ve kılıçlı” birçok benzer filmin gösterime girdiğini düşündüğümüzde seyircilerin aynı heyecanı ve lezzeti yakalaması zorlaşıyor.

Son bölümde arenanın doğasına aykırı, şiddet karşıtı kritik anları hesaba kattığımda, yeni filmin hikâyesinin kendine göre bazı parlak yanları olduğunu inkâr edemem ama ilk filmi iyi bilenler için pek yeni bir numara yok ortada. Senaryo yazarı David Scarpa’nın bir “Baba 2” (The Godfather Part II) mucizesi yakalayamadığı ortada. Sadece ana karakterin değiştiği yeni bir “Gladyatör” filmi var karşımızda.

Öte yandan, bütün Ridley Scott filmleri gibi özellikle görsel atmosferi ve resimleriyle ilk anlarından itibaren seyirciyi içine doğru çeken akıcı, sürükleyici bir film bekliyor bizi. Açılış jeneriğinde ilk filmden alınmış sahneler üzerine kurulan kısa animasyonun akıp giden görüntülerini ve hemen ardından gelen başarılı savaş sekansını unutmamak gerek. John Mathieson’un görüntü yönetimi, Arthur Max’in prodüksiyon tasarımı ve Harry Gregson-Williams’ın müzik çalışmasının katkısıyla Scott, popüler anaakım film estetiğinin gösterişli bir örneğini sunuyor bize.

“Gladyatör II”nin, ilki gibi ödül sezonuna ağırlığını koyacağını pek sanmıyorum. Gişelerde ne yapar kestirmek zor ama tarihi macera filmi olarak seyircilerin beklentileri karşılayacağını düşünüyorum. Aksiyondan ziyade bir dövüş filmi olduğunu belirtmem gerek. Ve tüm dövüş sahnelerinin koreografi duygusunu hissettirmeden gayet iyi şekilde tasarlanıp çekildiğini... Belki karakter ağırlıklı bir film olduğu söylenemez ama tüm oyuncu kadrosunun iyi iş çıkardığını not edelim son olarak.

6.5/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar