Peki şimdi ne olacak?
UEFA Tahkim Kurulu'nun Fenerbahçe ile Beşiktaş'a Disiplin Kurulu tarafından verilen cezaları onaması, Türk futbolu için gerçek bir depremdir. Futbolun Avrupa'daki patronu bu kararla bir anlamda Türkiye'ye 'sen işini iyi yapamaz, gereğini yerine getiremezsen duruma ben el koyarım' mesajını vermiştir. Fenerbahçe ile Beşiktaş'ın aldıkları bu ceza ile uğradıkları büyük maddi kaybın yanı sıra hem kendileri hem de Türk futbolu önemli bir şekilde prestij kaybı yaşamıştır. Temsilcilerimiz tahkim sürecinde çok iyi savunma yaptıklarını belirtip, bu işten sıyrılacaklarını öne sürmüş olsalar da, ceza alacaklarını UEFA ile temaslar sonrasında belirtmiş ve bu tehlikeye dikkat çekmiştik.
Öncelikle artık olan oldu. CAS sürecinin de bu soruna bizim açımızdan bir çözüm getireceğini düşünmüyorum. Bu cezaları vermeye kararlı olan UEFA uygulamaya koyduğu planını adım adım büyük bir titizlikle yürütmüş ve markasını lekeleyeceğine inandığı iki kulübümüzü belirli bir süre için organizasyonlarının dışına itmiştir. Daha da önemlisi Türkiye'ye "Siz temiz değilsiniz" mesajını gönderip, Türkiye Futbol Federasyonu'na da "Bu işi beceremediniz" demiştir.
Öncelikle UEFA'nın yöneticilere şimdilik ceza vermeyip, ek deliller için savcıya geri göndermesinin bu kişilere de ceza geleceğinin bir habercisi olarak yorumlanması gerektiğini söyleyelim. Yani soruşturma kapsamında ismi geçen yöneticileri uluslararası arenada ömür boyu mene kadar uzanan cezaların beklediği gün gibi ortada. İşte bu noktada UEFA'dan ceza alacak kişilerin Türkiye'de kulüplerde nasıl yöneticilik yapacakları konusu tartışma platformuna gelecektir.
Görüldü ki, bizim içeride kopardığımız fırtınaların, UEFA'ya yaptığımız giderlerin oralarda pek geçerliliği yok. Adamlar bu konuda son derece kararlılar ve en ufak bir şüpheye bile tahammül edemiyorlar. Siz istediğiniz kadar tanıkları oralara götürün, biz temiziz diye bağırın onlar yine bildiklerini okuyorlar ve bunu yaparken de son UEFA Genel Kurulu'ndan aldıkları "Sıfır tolerans" yetkisine dayanıyorlar. Bu durumda CAS'tan bir sonuç çıkacağı yolunda umut beklemek de haliyle hayalciliğini en büyüğü olur.
Evet, gerçekten ciddi bir depremle sarsıldık. Hem ekonomik olarak çok şey yitirdik hem de önemli ölçüde prestij kaybettik. Peki her şey bu kadarla mı bitecek? Depremin yarattığı yıkıntı ile mi yetineceğiz? Elbette ki hayır. Şimdi Türk futbolunun kapısında bu depremin yarattığı büyük bir tsunami tehlikesi var. Ve inanın ilk depremden daha fazla hasar verici olacak. Neler mi getirecek bu tsunami? Hemen sıralayalım. Öncelikle Fenerbahçe'de en kısa zamanda bir genel kurulun olacağı gün gibi ortada. UEFA'dan böyle bir darbe yiyen Başkan Yıldırım'ın bu ağır şokla birlikte göreve devamı pek mümkün gözükmüyor. Kaldı ki, bir de Türkiye'de açılan dava sonucu alınmış bir karar var. Tüm bunlar Yıldırım'ın artık koltuğu bırakma zamanının geldiğini işaret ediyor.
UEFA depreminin sarstığı yer sadece Fenerbahçe ile sınırlı değil. Beşiktaş da bu süreçten Fenerbahçe kadar olmasa bile etkilenecektir. Ancak en büyük darbe hiç kuşkusuz Yıldırım Demirören başkanlığındaki Türkiye Futbol Federasyonu'na gelmiştir. Bağlı bulunduğu uluslararası kuruluştan "beceriksiz" damgası yiyen ve yönettiği kulüplerin güvenini yitiren bir federasyonun bu ortamda görevini sürdürmesi gerçekten çok güçtür. Öyle sanıyorum ki Kulüpler Birliği'nin önderliğinde Türk futbolu en kısa süre içinde yeni bir yönetim belirlemek için yeni bir genel kurula doğru yol alacaktır. Ayrıca UEFA kararından sonra Trabzon'un şampiyonluğu istemesi, daha önce ligleri tescil eden Federasyon'un üzerinde yeni bir baskı oluşturup, dayanılması güç iç fırtınalar yaratacaktır. Kısacası ceza ile gelen deprem, bir tsunamiye dönüşüp, futbolumuza ağır yaralar verecektir. Liglerin başlamasına kısa bir süre kala yeni bir kaosun içine düşüp, belirsizliğe koşan ve FIFA sıralamasında Yeşil Burun Adaları'nın gerisinde kalan Türk futbolunun bu yaşanan sıkıntılardan kurtulması da kolay gözükmüyor.
Potadaki kavga
Futbolumuzun hali ortada. Toz duman her yeri kaplamış durumda. Peki ya ülkenin en sevilen ikinci sporu olan basketbolda durum farklı mı? Ne gezer. Özellikle Milli Takım teknik kadrosunun açıklanması ile oluşan gergin ortam, aday kadronun belirlenmesi sonrasında yangına dönüşüverdi. Geçtiğimiz sezonun en formda isimlerinden biri olan Cenk Akyol'un aday kadroya çağırılmaması ve bunun yaptığı protestoya dayandığının öne sürülmesi işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirdi. Bir teknik adamın inandığı, güvendiği ve kendisine saygı duyan oyuncu ile çalışma isteği çok doğaldır. Ancak iş ulusal takım olunca duruma her iki tarafın da biraz daha hoşgörü ile bakması gerektiğine inananlardanım. Fakat bu sorunlar aracılar ile değil, yüz yüze gelinerek karşılıklı görüşerek aşılmalıdır. Maalesef Cenk olayında bu yapılmamış ve ortaya kimin doğruyu söylediğinin anlaşılamadığı garip bir durum çıkmıştır. Ayrıca TBF Başkanı Turgay Demirel'in kolay affetmeyen tavrı da bilindiğinden olay hemen ülkenin en önemli sorunu boyutuna ulaşmıştır. Karşılıklı görüşme ve iyi niyetli yaklaşımla çözülecek bir sorunu kangren haline getirip, polemik yaratmak da ancak bize özgü bir davranıştır ve maalesef bu olayda da bunu başarıyla uyguladık.
Doping salgını
Spordaki en büyük tehlikelerden biri olan doping salgını sadece bizde değil, tüm dünyada sürüyor. Biz, Akdeniz Oyunları öncesinde peş peşe gelen doping haberleri ile yıkılırken; şimdi dünya, iki önemli atlet Tyson Gay ile Asafa Powell'in yasaklı madde kullanmalarının şaşkınlığı içinde. Tüm bunlar olup biterken bir kötü haber de yeni yeni kıpırdandığımız bisikletten geldi. Son Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu'nu kazanarak hepimizi gururlandıran Mustafa Sayar'ın da testinin pozitif çıkması gerçekten üzücü ve düşündürücü. Ancak bunlardan daha üzücü olanı ise yapılan bir araştırmada Türkiye'de girilen 250 eczanenin 215'inden reçetesiz doping ilaçlarının alınabildiğinin saptanması. Durum gerçekten vahim ki vahim.