'EŞ'SiZ BiR KÂBUS
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un “The Lobster” adlı filmi 45 günde eş bulamayan insanların hayvana dönüştürüldüğü acımasız bir dünyada geçiyor. Kâbusu andıran film çağımıza çok da yabancı olmayan korkuların abartılı ve tuhaf bir yansımasını sunuyor
FİLM bir kadının, bir eşeği öldürdüğü tuhaf bir sahneyle başlıyor. O kadını bir daha görmüyor ve olayın nedenini de öğrenemiyoruz. Ancak şahit olacağımız tek tuhaflık bu değil. 45 gün içinde kendilerine eş bulamayan insanların zorla hayvana dönüştürüldüğü, yalnızlığa karşı tahammülsüz bir dünyadayız. Çok şükür, insanlar hangi hayvana dönüşeceklerini seçebiliyorlar. Eş bulmaya çalışırken arada ormana gidip yalnız insanları avlayarak hayvana dönüşme sürelerini de geciktirebiliyorlar.
TOPLUM DIŞI KALMA KORKUSU
“The Lobster” kestirme bir yoldan gidersek, rüyaların mantığını takip ediyor. Büyük ihtimalle David’in (Colin Farrell) rüyasındayız; çünkü ikinci yarıda karşımıza çıkacak kadın anlatıcı (Rachel Weisz) dahil hiçbir karakterin ismi yok. Herkes yaptığı iş veya kusuruyla tanımlanıyor. Çağımıza çok da yabancı olmayan korkularla ilgili bir film seyrettiğimiz kesin. Rüyalarda da korkular, anlamsız gibi görünen kurgularla çıkmaz mı karşımıza? Filmde en ağır basanı, eş bulamayıp toplum dışı kalma korkusu. Neredeyse her şeyin çiftler ya da ailelere göre kurulduğu bir dünya için anlamsız bir kaygı değil bu. Yalnızların zorla hayvana dönüştürülmesi ise medeniyetten uzak düşme ve insan olma ayrıcalığını kaybetme endişesinin bir yansıması. Öte yandan hayvanlık; özgürlüğün ve insan olmanın yüklerinden kurtulup hafifleme umudunun da simgesi ama en büyük düşman yine insanlar. Zaten David’i asıl korkutan ıstakoza dönüşmekten ziyade avlanıp yenmek.
Sırf çift olma uğruna, aşksız ve mutsuz bir ilişkiye razı olma endişesi de öne çıkan meselelerden biri. Ancak alternatifsizlik dahi, cinsel çekiciliğin pabucunu dama atamıyor. David, bisküvi seven kadına (Ashley Jensen) değil, daha güzel bulduğu merhametsiz kadına (Angeliki Papoulia) yaklaşıyor. Filmdeki herkesin eş seçerken önce ortak kusurlara bakmasını da unutmayalım. Burnu kanayan burnu kanayana, miyoplar miyoplara yanaşıyor. Dolayısıyla, David’in derinlere gömdüğü aşağılık kompleksi ve özgüven eksikliği filmin her yanında karşımıza çıkıyor. “The Lobster” a ergenlik çağı korkularının hortladığı bir kâbus gibi de bakılabilir.
Yönetmen Lanthimos’un aydınlık ama soğuk renklerle, lüks içindeki mutsuzluğu ve tekdüzeliği adeta cisimleştirdiği otel, eşli hayatı dayatan modern toplumların ürpertici bir simgesi. Ormandaki “yalnız gezenler” ise aşkı ve cinselliği devreden çıkarmaya çalışan her tür bağnazlığı ve fanatikliği temsil ediyor. Liderlerinin (Lea Seydoux) asıl derdinin geçmiş yaralar ve hayal kırıklıkları olduğunu tahmin etmek zor değil. Her tür sevgiye ve mutluluğa karşı tahammülsüz. Filmi eksiksiz okumak için tüm bunlara, doğru partneri ya da ruh ikizini yanlış yer ve yanlış zamanda bulma korkusunu da eklememiz gerekiyor.
YILIN EN ORİJİNAL FİLMLERİNDEN
“The Lobster”, uygarlığı simgeleyen otel konforuyla ormandaki ilkel şiddet içgüdüsünün yan yana geldiği bir film. Oteldeki hizmetin bir anda işkenceye dönüşmesi ya da kızın mutlu aile sofrasında babasına “Sapla” diye bıçağını uzatması, şiddetle uygarlık arasındaki keskin geçişlerden sadece birkaç tanesi. Herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edemeyeceğim “The Lobster” bu yıl gördüğüm en orijinal, tuhaf ve karanlık filmlerden biri. Üstelik ürpertici şekilde komik...
Filmin notu: 7.5
Efsane ve yalan
“SON Efsane” (The Program) Fransa Bisiklet Turu’nu defalarca üst üste kazandıktan sonra yıllarca sistemli olarak doping yaptığı ortaya çıkan Amerikalı ünlü bisikletçi Lance Armstrong’un hikâyesini anlatıyor. Spor yazarı David Walsh’un kitabından John Hodge tarafından sinemaya uyarlanan senaryo, Armstrong’u hırsının kurbanı trajik bir karakter olarak getiriyor karşımıza. Senaryonun başarısı, finalini bildiğimiz bir olayı bize heyecan ve ilgiyle seyrettirebilmesi. Film, doping gerçeğinin neden o kadar geç ortaya çıktığı sorusuna verilmiş ayrıntılı ve kapsamlı bir cevap aslında...
KAZANMA UĞRUNA
En çarpıcı yanı ise imajın çağımızda neleri mümkün kılabileceğini göstermesi. Armstrong, dünyanın gözünde öylesine olumlu ve güçlü bir imaja sahip ki spor yazarı David Walsh dışında kimse görünenin ardına bakmayı istemiyor. Armstrong’un sürekli kazanmak uğruna sporun rekabet ruhuna hiç değer vermediğini kimse kabul edemiyor.
USTALIKLI BİR ANLATIM
Alıştığımız tarzının dışına çıkan İngiliz yönetmen Stephen Frears, yan karakterlerin gayet iyi geliştirildiği senaryosunu akıcı bir kurgu, başarılı bir oyuncu yönetimi ve ustalıklı bir anlatımla aktarıyor perdeye. Başta Ben Foster ve Chris O’Dowd olmak üzere oyuncular üstüne düşeni yerine getiriyor. Guillaume Canet ve Dustin Hoffman da yan rollerde çok iyiler. Özellikle spor meraklıları kaçırmasın. Bakalım FIFA skandalının filmini ne zaman seyredeceğiz?
Filmin noyu: 6.5
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce