TARANTINO'DAN geveze western
“The Hateful Eight” kar fırtınası sırasında bir dükkânda mahsur kalan iki ödül avcısının hikâyesini anlatıyor. Quentin Tarantino, iç savaş sonrasının gerilimini yansıtan yeni western’inde, bol diyaloglu teatral tarzıyla dikkat çekiyor
QUENTIN Tarantino ilk filmlerinde de karakterlerini konuşturmayı severdi. Ancak son 3 filminde karakterlerini artık daha çok konuşturuyor. Dil, Coen kardeşlerin filmlerinde karakterleri birbirinden ayırmaya yarar; öyküye derinlik, sahicilik katar. Tarantino filmlerinde ise tam aksi bir işlev görerek karakterleri “uzun cümleler, tumturaklı ifadeler” gibi ortak noktalarda buluşturur; bize sürekli olarak yazarın varlığını hatırlatarak her şeyin kurmaca olduğunu hissettirir. “The Hateful Eight” Warren ile (Samuel L. Jackson) ile John Ruth’un (Kurt Russell) yoldaki karşılaşmalarından başlayarak kendini feci şekilde muhabbetin şehvetine kaptırmış bir film.
ZAMAN-MEKÂN BİRLİĞİ
Açılış bölümünde, Ennio Morricone’nin harika soundtrack’i eşliğindeki posta arabası sahnesine, o muhteşem kar manzaralarına ve filmin standart dışı özel 2.76: 1 formatındaki Robert Richardson imzalı geniş ekran kadrajlarına sakın aldanmayın! Bir süre sonra öykü Minnie’nin dükkânına kilitleniyor ve “Tarantino Tiyatrosu” zaman - mekân birliğine kavuşarak diyaloglar eşliğinde ilerlemeye başlıyor. Tarantino daha önceki filmlerinde kısım kısım yaptığı bir şeyi burada bütün filme yayıyor. Gerilimi karakterler ve diyaloglar üzerinden sabırla inşa edip zirveye doğru taşıyor. Western seyretmeye gelenlerin “silahlar ne zaman patlayacak, kim kimi öldürecek” gibi sinemasal haz almaya yönelik beklentilerini, finale kadar görmezlikten geliyor. Tarantino “Zincirsiz”de olduğu gibi western’i bir dekor olmanın ötesinde bir kez daha tarihsel çerçevesiyle ele alıyor. İç savaş sonrasının Kuzey – Güney gerilimi ve ırkçılık bütün filme damgasını vuruyor. Abraham Lincoln ise bir çeşit birleştirici simge olarak öyküde özel bir işleve sahip. Ancak Tarantino’nun asıl meselesi için öyküden ziyade karakterlere bakmak gerekiyor. Ödül avcıları, kanun kaçakları ve eski askerlerden oluşan, kendi çıkarlarını kollayan bir avuç anti – kahraman var karşımızda. Kontrol manyağı, kaba saba ve sert bir adam olmasına karşılık John Ruth en düzgün karakter; çünkü diğer herkese oranla daha merhametli. Ve merhamet, açılıştaki çarmıha gerilmiş İsa heykelini de hesaba katarsak öykünün derinlerine giden gizli bir anahtar... Filmin anahtar karakteri ise tam bir Güneyli ırkçı olarak sahneye giren ve vicdani kararıyla olayların akışını değiştirecek genç Chris Mannix (Walton Goggins). “The Hateful Eight” özellikle kanlı finali ve karakterlerin yapmak zorunda kaldığı anlık seçimlerle dipten dibe “Rezervuar Köpekleri” yle akraba bir film. O filmde de erkekler seçimlerini hangi değerlere göre yapacaklarını düşünürler. Burada da karakterler birbirlerini politik tercihler, etnik kökenler ya da kanun üzerinden taraf seçmeye zorluyor.
BOL DİYALOGLU FİLM
Bütün bunlara rağmen filmi çok sevdiğimi söylemem mümkün değil. Tarantino’nun teatral dünyasının beni artık pek cezbetmediğini itiraf edebilirim. Ancak bol diyaloğa dayalı son üç filmiyle klişelere ve alışıldık film modellerine meydan okuyarak kendine özgü bir dünya kurmaya çalıştığını da inkâr edemem.
Filmin notu: 7
‘ROCKY 7’ YA DA ‘CREED 1’
İLK kez 1976’da tanıştığımız Rocky Balboa karakteri “Creed: Efsanenin Doğuşu” (Creed) ile yeniden huzurlarımızda. Ancak önceki 6 filmin aksine, hikâye bu kez Sylvester Stallone’nin değil, Ryan Coogler’in imzasını taşıyor. 2013’te “Fruitvale Station” ile dikkat çeken genç yönetmen Coogler, Rocky filmlerine saygı duyan ama kendi tarzını getirmeyi ihmal etmeyen bir yaklaşım benimsiyor. Öyküyü devam ettirirken ana karakteri kimsenin itiraz edemeyeceği “duygusal bir dokunuşla” değiştiriyor. Yeni kahramanımız, ilk dört filmin değişmez karakteri, “ezeli rakip ve dost” Apollo Creed’in gayri meşru oğlu Donnie.
TEK ÇEKİMDE BOKS MAÇI
Donnie’yi gerçekten ilgiye değer kılan özelliği ise, iyi eğitimli, istikbal vaat eden, varlıklı bir genç olmasına karşılık işçi sınıfı sporu boksa olan tutkusu. Bunun kökeninde ıslahevinde geçirdiği yılların acısı ve babasız büyümenin öfkesi var. “Creed” klişeleri ve aşırı duygusallığı ihmal etmeyen ama hiçbir anında vasat olmayan bir film. Bunda öykünün ve karakterlerin iyi yazılmış olması kadar yönetmenliğin de payı büyük. Philadelphia şehrini mimarisi ve sokak kültürüyle önceki filmlerin tümünden daha iyi ve etkili bir şekilde kullanan Coogler, özenli bir ses ve görüntü çalışması koyuyor ortaya. Sadece tek bir planda çektiği Donnie’nin ilk resmi boks maçı, kelimenin gerçek anlamıyla müthiş bir sahne. Buna Stallone ve Creed’i canlandıran Michael B. Jordan’ın oyunculuklarıyla Ludwig Göransson’un müzikleri eklendiğinde seyre değer bir film çıkıyor ortaya. “Creed”de serinin en iyileri olan ilk ve altıncı filmin havası var. Yani, asla kapanmayacak duygusal yaraların buruk hüznü ve kaybettiklerimizin acısına rağmen sonuna kadar ayakta durma, direnme isteği...
Filmin notu: 7
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce