İşte sinemayı kurtarması beklenen film!
Yaklaşık beş buçuk ay sonra sinema salonunda seyrettiğim ilk film oldu ‘Tenet’… 2020 yazının merakla beklenen filmlerinden biriydi. Pandemi olmasaydı 17 Temmuz’da gösterime girecekti. Tartışmalara neden olan iki ertelemenin ardından, Warner Bros ‘Tenet’i, 26 Ağustos’ta Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede seyircilerle buluşturdu.
‘Tenet, pandemi nedeniyle büyük kriz yaşayan, hatta ölüm kalım savaşı veren sinema salonu işletmecilerini kurtarabilir mi?’ sorusuna şimdiden kesin yanıt vermek zor. Ama eğer kurtarıcı aranıyorsa, ‘Tenet’ın en iyi aday olduğu kesin…
‘Tenet’, sinema salonunun büyük perdesinde, sizi dört bir yandan kuşatan ses düzeniyle seyredilmeyi hak eden filmlerden… Karanlık salonda film seyretmenin benzersizliğini, rakipsizliğini bir kez daha hissediyorsunuz.
Christopher Nolan’ın yazıp yönettiği ‘Tenet’ da bazı yanlarıyla benzersiz… Gerçi, birilerinin dünyayı kurtarmaya çalışması itibarıyla eski ve tanıdık bir hikâye anlattığı kesin. Sonuçta, bir yanıyla ajan filmlerini, bir yanıyla zaman yolculuğu filmlerini hatırlatıyor. Film boyunca karakterlerin sürekli bazı nesneleri ele geçirmek amacıyla yaptığı operasyonlar, soygun filmlerini getiriyor akla… Ama Nolan’ın söz konusu film türlerinin klasiklerinden esinlendiğini söylemek kolay değil.
‘Tenet’, tanıtım bültenlerinde adı Protagonist (John David Washington) diye geçen karakterin gelecekten gelen tehdide karşı dünyanın yok oluşunu engellemeye çalıştığı bir bilimkurgu hikâyesi anlatıyor.
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz o ayrı konu; ama ‘Tenet’ orijinal bir film… Christopher Nolan’ın ‘Tenet’ ile Marvel ve DC Comics egemenliğindeki çağdaş aksiyon sinemasına tıpkı ‘Başlangıç’ (Inception) gibi yeni bir alternatif getirdiğini düşünüyorum.
‘Tenet’ da yine ‘başka bir kafa’nın ürünü… Baştan sona yeşil ekranlar önünde çekilip bilgisayarlarda dijital olarak tasarlanan hayal alemlerine oranla çok daha sahici mekânlar kulanıyor… Büyük bir konser salonunda geçen çarpıcı açılış sahnesi dahil olmak üzere ‘Tenet’, eski usul gerçekçi aksiyon filmlerinin havasını taşıyor. Nolan’ın tümüyle dijital efektlere ve maketlere başvurmak yerine gerçek bir Boeing 747’yi kullanmayı tercih ettiği havalimanı sahnesi de unutulmayacak kadar iyi… Özellikle bu iki sahne son yıllarda pek karşımıza çıkmayan o ‘büyük sinema’ duygusunu taşıyor. Nolan, bazen her şeyi bilgisayarda çözmektense ‘birebir’ çekmenin ne kadar iyi sonuçlar verebileceğini kanıtlıyor.
Kuşkusuz öykünün gerçekçi olduğunu öne süremem. Sonuçta, her şey ‘zamanı tersine çeviren’ bir teknolojiyle ilgili… Zaman yolculuğunu konu alan bilimkurgu ya da fantezi filmlerinden hiç alışkın olmadığımız çok tuhaf bir fikir bu… Açılış sahnesinde anlam veremediğimiz anlara vesile olan ‘zamanı evirtme’ teknolojisi çok gecikmeden açıklanıyor filmde; ama tam olarak nasıl bir şey olduğunu, nasıl ve hangi amaçlarla kullanıldığını ancak öykü ilerledikçe anlayabiliyoruz.
Açıkçası, ‘Tenet’ın açılıştan itibaren birçok sahnesinde öyle şeyler olup bitiyor ki neye uğradığımızı, ne seyrettiğimizi anlamakta zorlanıyoruz. Sözgelimi, ‘zaman kıskacı’ adı verilen operasyonlar var filmde… ‘Tenet’ın hem görsel hem de öykü anlamında asıl ruhunun bu ‘zaman kıskacı’ sahnelerinde gizli olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden, o sahnelerde tam olarak ne yaşandığını anladıkça filmden aldığınız haz artıyor.
Yine aynı sahnelerde, zamanın lineer akışı sırasında kafamızı allak bullak eden fizik denklemi gibi çözümü zor olaylar yaşanıyor. Birçok seyircinin zaman fantezileriyle ilgili bu yenilikçi buluşları sevmeme ihtimali, kuşkusuz yabana atılamaz. ‘Tenet’ kafa karıştırıcı bir film. Dinlenmiş bir zihin ve yoğun dikkat istiyor. Öte yandan, öyle bir aksiyon duygusu var ki, olup bitenleri tam olarak anlamasanız dahi 150 dakikalık süre su gibi akıp gidiyor, zamanı hiç hissetmiyorsunuz…
‘Tenet’ı Christopher Nolan’ın ‘Inception’, ‘Kara Şövalye’ gibi başyapıtları kadar sevmesem de ‘evirtilmiş zaman’ fikriyle bilimkurguya getirdiği yeniliği, çekim tekniklerini ve görsel dokusunu sevdim. Ama hikâyenin ve özellikle karakterlerin beni etkilediğini söyleyemem.
‘BlacKkKlansman’den hatırlayabileceğiniz John David Washington’un canlandırdığı ana karakter, belirli bir hedefi amaçlayan düz biri… Nolan’ın onu ‘filmin asıl kahramanı’ anlamını da taşıyan ‘Protagonist’ adıyla anması önemli… Sonuçta, sadece amacıyla öne çıkan bir karakter… Protagonist, Rus oligark Andrei Sator (Kenneth Branagh) ve onun eşi Kat (Elizabeth Debicki) arasındaki dramatik çatışmalar, hikâyenin akıp gitmesine vesile olan sıradan bir duygusal üçgen olmanın ötesine geçmiyor. Neil (Robert Pattinson) ve Ives (Aaron Taylor-Johnson) da aksiyonun içindeki dramatik işlevleri dışında ilgiye değer yanlar taşımıyorlar. Üstelik ‘Tenet’da iyilerle kötüler arasında daha önceki Nolan filmlerinde çok alışık olmadığımız türde net ayrımlar var.
Belli ki ‘Tenet’da Nolan için belirleyici olan hikâyenin akışı ve gelecekle geçmişi birleştiren karmaşık entrikası… Mesela, Tenet kelimesinin tersten okunduğunda yine aynı sesi veren bir palindrom olması ile hikâye kurgusu hatta filmin anlatımı arasında güçlü bir bağ var. Filmin birçok aksiyon sahnesi de zamanın farklı yönlerden akışını anlatması itibarıyla aynı fikir üzerine kurulu… ‘Tenet’ belli ki, her seyrettiğimizde hikâye üzerine yeni ayrıntılar keşfedeceğimiz bir film. İşte tam da bu nedenle, karakterlerin vasatlığını affetmemiz mümkün.
Kendi adıma, ‘Tenet’ın temaları ve alt metinleri itibarıyla farklı katmanlara sahip çok derin bir film olduğunu söyleyemem. Öte yandan, ‘Tenet’ın kaderciliğe karşı çıkan, insan zekâsının ve bilimin üstünde güç tanımayan bir felsefeye sahip olduğunu düşünüyorum. Finale doğru, Neil ile Protagonist arasındaki diyaloğa dikkat etmek gerek. Filmin kalbindeki asıl mesele, biraz da o konuşmada açığa çıkıyor. Öykü bir yanıyla, zamanın gerçek kontrolünün kimde olduğuyla ilgili…
Christopher Nolan, ‘Tenet’ı dijital formatta değil negatif filmle, Arriflex 765 kamerasıyla çekmeyi tercih etti. İnternette bazı kaynaklar, görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın 70mm ve IMAX tekniklerinin bir kombinasyonunu kullandığını belirtiyor. Tüm bunlardan perdeye yansıyan sonuç, dijitalden artık hiç vazgeçmeyen çağdaş aksiyon sinemasında pek görmediğimiz türde, neredeyse retro tadı veren bir görsel doku… Hoytema’nın daha düşük ışık kaynaklarıyla çalışmasını kolaylaştıran lensler tercih etmesinin de filmin görüntülerine gerçekçi bir hava getirdiği kesin. Bu arada, IMAX salonlarını tercih edenler o büyük perdenin her santiminin kullanıldığını görebilirler.
‘Tenet’, tıpkı ‘Interstellar’ gibi öyküsünden çok etkilenmesem de anlatım tekniği olarak hakkını teslim etmek istediğim bir film… Özellikle zamanın tersine çevrildiği sahnelerde çok iyi çekimler var. Sözgelimi, otoyolda geçen otomobil takip sahneleri aksiyon severleri fazlasıyla mutlu edecek özellikler taşıyor. Bir bilimkurgu aksiyonu olarak baktığımda da kaliteli bir iş olduğunu düşünüyorum.
Sinema salonlarına dönmeye karar veren aksiyon severler için ‘Tenet’ doğru film…
7/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce