'Outside The Wire' çağdaş aksiyonun neresinde?
Süper kahraman janrını bir yana bıraktığımızda, genç aksiyon severlerin son yıllarda daha çok Uzakdoğu’dan gelen, ‘filtre edilmemiş’, sert ve şiddet dolu, gerçekçi dövüş filmlerini tercih ettiklerini görüyoruz. 2011 Endonezya-ABD yapımı ‘Baskın’ (The Raid: Redemption) dışında geniş kitlenin ve eleştirmenlerin radarına nadiren girebilen filmler bunlar…
Eleştirmenler, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, hikâye, karakter, dramatik derinlik ve görsel kaliteye odaklanıyor. Aksiyon hayranları ise dövüş tekniklerine, hareketli çekimlere, hızlı tempoya, silahlara, ayrıntılara ve şiddet dozajının yüksekliğine dikkat kesiliyorlar…
Son 20 yılın aksiyon sinemasında yükselen eğilimlere baktığımızda, yeni kuşak seyircilerin, temeli 1990’larda atılan, mizah ve karakter ağırlıklı, türlerin füzyonuna dayalı, gösterişli Amerikan usulü aksiyonlardan pek haz etmediklerini saptamak olası... İlle de olacaksa, ‘Kick-Ass’ (2010) gibi örneklerde gördüğümüz tarzda şiddetle iç içe geçen bir mizah tercih ediliyor. Sözgelimi, ‘Maskeli Süvari’nin (The Lone Ranger-2013) gişelerde bekleneni verememesi ve eleştirmenler nezdindeki başarısızlığı, komedi ağırlıklı aksiyon şovlarının eskisi kadar sevilmediğinin açık kanıtlarından biri...
Özetle, kökeni Uzakdoğu’ya dayanan sert aksiyon tarzlarının hâkim olduğu bir dönemdeyiz. Anaakım sinemada ‘John Wick’ (2014) ve ‘Atomic Blonde’ (2017) gibi filmlerle örneklerini gördüğümüz bu eğilimin, Hong Kong ekolünün iki farklı dönemini birleştirdiğini düşünüyorum. 1970’leri hatırlatan eski usul sert dövüş filmleri ile 1990’larda John Woo’nun öncülüğünü yaptığı ‘gun fu’ denen alt türü harmanlayan işler bunlar… Silahlı çatışma ve eğitim gerektiren yakın dövüş, bu filmlerde sert bir şiddet koreografisiyle birleşiyor.
Yeni dönem aksiyon filmleri, hikâye ve ton olarak da Hong Kong tarzını akla getiriyorlar. Diğer bir deyişle, kahramanı ve kahramanlığı yüceltiyor; ciddi ve trajik olmaktan vazgeçmiyor; gerçekçiliği hiç önemsemiyorlar.
Netflix’te geçtiğimiz nisan ayında seyrettiğimiz ‘Extraction’ (2020), tüm bu eğilimleri ‘beyaz kurtarıcı’ klişesi ve ‘kaotik yoksul ülke’ dekorunda geçen aksiyon geleneğiyle birleştirmeye gayret ediyordu. Eleştirmenler beğenmese bile yeni dönemin özelliklerini taşıdığı için seyircilerin kayıtsız kalmadığı bir film oldu…
Bir diğer Netflix aksiyonu ‘The Old Guard’ (2020), 2000’lerin yeni eğilimlerini 1990’ları akla getiren fantastik bir ‘ölümsüz kahramanlar çetesi’ hikâyesiyle harmanlıyordu. Güçlü kadın karakterleriyle erkekliği yüceltmeyen bir film olması, eleştirmenler nezdinde itibar kazanmasını sağlayan unsurlardan biriydi.
Netflix’in yeni aksiyon yapımı ‘Outside The Wire’ ise yine 1990’lar tarzında farklı türleri iç içe geçiren bir film… Bilimkurgunun siberpunk geleneğinden gelen öykü, savaş ve dövüş filmleriyle buluşuyor. Başroldeki iki oyuncunun zıt karakterli olması, ilk örneklerini 1980’lerde gördüğümüz ‘buddy cop’ diye anılan filmleri akla getirmiyor değil. Öte yandan, kahramanlığı yüceltmesi; trajik, sert tonu; çatışma ve yakın dövüş sahneleriyle son 10 yılın yükselen aksiyon trendlerinden belirli ölçülerde beslenmeyi de ihmal etmiyor.
Ne var ki, tüm bu formüller, filmin lehine değil aleyhine çalışıyor ve ‘Outside The Wire’ kendi ruhunu bulamayan bir aksiyon olup çıkıyor.
İsveçli yönetmen Mikael Hafström, ‘ABD, Ukrayna halkı, savaş lordları ve Rusya’ ekseninde geçen bir direniş mücadelesini konu alan filme belirli ölçülerde politik derinlik katmak için çaba gösteriyor. Ama ABD’nin nüfuz alanını artırmaya yönelik iki yüzlü dış siyasetinin eleştirisiyle açığa çıkan politik boyutun finalde ‘terörizme karşı kahraman Amerikan askeri’ övgüsü dışında hiçbir yere bağlanamadığını söylemek gerek. Ayrıca direniş ruhu da yok filmde…
Buna karşılık, İHA (İnsansız Hava Aracı) pilotu Teğmen Thomas Harp (Damson Idris) karakteri üzerinden sürdürülmeye çalışılan bir tartışma var. ‘Outside The Wire’, daha fazla insanın hayatını kurtarmak için daha az sayıda insanın ölümünü göze almanın, nereye kadar doğru, anlamlı ve gerekli bir karar olduğunu sorguluyor. Hatta bütün hikâyenin bunun üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Öte yandan, Harp’ın açılış sahnesindeki kararı nedeniyle bir askerin emre itaat ile doğru olduğuna inandığı eylem arasındaki ikilemde ne yapması gerektiği sorusu da ortaya atılıyor. Ayrıca, yine yukardaki sorulara bağlı olarak, bilimkurgu yazarı Isaac Asimov’un ‘üç robot yasası’ çerçevesinde görevi insanlara hizmet etmek olan bir yapay zekânın insanlığın iyiliği için yapabileceklerinin sınırı da tartışılıyor… Gerçi her şeyin kurtarıcı mitine bağlanması nedeniyle tüm bu sorulara verilen yanıtların tatmin edici olduğunu söylemem çok zor ama yine de öyküyü ayakta tuttuklarını düşünüyorum.
‘Outside The Wire’ın benim için asıl sorunu Anthony Mackie’nin canlandırdığı android ABD askeri Yüzbaşı Leo karakteri oldu… Topu topu 15 yıl sonra, 2036’da bilgisayar mühendislerinin duygusal açıdan insandan nerdeyse farksız bu kadar gelişmiş bir androidi ordunun hizmetine sunmuş olması fikrinin aşırı iyimserliğini tümüyle bir yana bırakıyorum. Kaldı ki, filmde ‘gump’ adı verilen robot askerlerle Yüzbaşı Leo arasında öyle büyük bir teknolojik uçurum var ki, şaşırmamak elde değil. ‘Gump’lar bildiğimiz metalden düz robot... Yüzbaşı Leo ise ince mizah duygusuna sahip, süper kahraman tarzında bir android… Duyguları, düşünceleri, planları ve güya ‘rasyonellik’ taşıyan kararları ile Yüzbaşı Leo’nun, sinema tarihinde karşımıza çıkan yapay zekâların belki de en abartılısı ve inandırıcılıktan uzak örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum.
İşin aksiyon tarafında seyirciyi mutlu edecek ne var diye baktığımda, bol miktarda silahlı çatışma, daha az oranda yakın plan dövüş sahnelerinden başka bir şey olduğunu söyleyemem. Filmde takip ve kovalamaca sahnelerinin sayısı az. Açılış ve kapanış dışında, etkili gerilim sahnesi de pek yok.
Aksiyon tecrübesi, ‘Escape Plan’ (2013) ve İsveç yapımı ilk sinema filmi ‘Vendetta’ (1995) ile sınırlı olan yönetmen Mikael Hafström’ün ‘Outside The Wire’da türün hakkını verebildiğini söylemem kolay değil. Filmi daha çok iki karakter üzerinden gelişen bir bilimkurgu dramı haline getirmek için çaba gösterdiği aşikâr ama Teğmen Harp ve Yüzbaşı Leo gibi iki kibirli, kendini beğenmiş kişilikle bir yere varması gerçekten zor.
Bu arada, hikâyenin daha çok diyaloglar üzerinden geliştiğini, karakterlerin bir aksiyon filmine göre çok fazla konuştuklarını not etmek gerek. Görüntü yönetimi, renk paleti ve aydınlatmasıyla gayet güzel. Mekân seçimleri ve prodüksiyon tasarımına açıkçası bir kusur bulamam ama ‘Outside The Wire’ resimlerle çok şey anlatmayı başaran filmlerden değil. Görsel atmosfer açısından akılda kalıcı bir yanı yok.
‘Outside The Wire’ ne eleştirmenleri ne de aksiyon severleri tatmin edecek bir film gibi görünüyor… İlk sahneleri itibarıyla verdiği ‘Galiba iyi bir film seyrediyorum’ umutlarını Teğmen Harp ve Yüzbaşı Leo’nun birlikte yola çıkmasıyla unutturan, sürprizleriyle dahi durumu toparlayamayan bir film… Sonuç olarak, çağdaş aksiyona ayak uydurmaya çalışan ama gerisinde kalan bir film…
4.5/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce