Komedi de olabilirmiş…
Yıllar geçse de hikâyesini unutamayacağınız filmler vardır. M. Night Shyamalan’ın, İsviçre’de Fransızca olarak yayımlanan Pierre Oscar Levy ve Frederik Peters imzalı ‘Sandcastle’ adlı resimli romandan sinemaya uyarladığı ‘Zamanda Tutsak’ (Old) onlardan biri…
Fikir basit ve aklınızdan çıkmayacak kadar güçlü: Hızla yaşlandığınız bir yerdesiniz ve oradan çıkamıyorsunuz. Durumu daha tuhaf, ürpertici ve trajik kılan birkaç unsur daha var: Kısılıp kaldığınız yer muhteşem güzellikte bir plaj. Üstelik, tatildesiniz ve oraya keyifli güzel bir gün geçirmeye, dinlenmeye gelmişsiniz. En kötüsü ise hayatta en değer verdiğiniz, sevdiğiniz ve üstüne titrediğiniz insanlarla, yani ailenizle birliktesiniz…
Bir anne ve baba için belki de en kötü kabuslardan biri bu… Guy (Gael Garcia Bernal) ve Prisca (Vicki Krieps) işte bu kâbusu yaşıyorlar. Otel müdürünün önerisiyle geldikleri plajda denize vuran cesede anlam vermeye çalışırken, 6 yaşındaki oğulları Trent ve 11 yaşındaki kızları Maddox’un gözlerinin önünde hızla büyüdüğünü görüyorlar. Kumsaldaki diğer insanlarla birlikte otele dönmek isteseler de bir süre sonra, orada kısılıp kaldıklarını anlıyorlar.
‘Zamanda Tutsak’ karakterlerin trajik çaresizliğini izlediğimiz filmlerden biri. Kuşkusuz kurtuluş yolları arıyorlar ama filmin orta bölümünde hikâye, kurtulma mücadelesi üzerinden gelişmiyor pek. Asıl olarak, karakterlerin acizliklerini ve içinde bulundukları zor duruma verdikleri tepkileri seyrediyoruz.
Filmin asıl ‘kötü adam’ı hiç kuşkusuz hızla geçip giden zaman veya önlenemeyen yaşlanma süreci. Dolayısıyla, göremediğimiz bir ‘düşman’ var karşımızda. Shyamalan belki de bu boşluğu doldurmak ve kötülüğü görünür kılmak için Rufus Sewell’in oynadığı ırkçı cerrah Charles karakterini sürüyor önümüze. Hayatının o noktasına kadar psikolojik sorunlarını saklayarak ve belli ki ‘tanı almadan’ gelmeyi başaran Charles, ölüm korkusu karşısında zincirlerinden boşanıyor, akli dengesini kaybediyor. Öyle ki filmin orta bölümünde, kumsaldaki herkesin ortak sorunu haline geliyor.
Charles’ın, dış görünümüne çok önem veren, her daim formda ve güzel görünmeye çalışan eşi Chrystal (Abbey Lee) da yaşlanmakla hiçbir şekilde baş edemeyen bir karakter. Bu arada, Charles ve Chrystal’ın birbirlerini pek sevmedikleri kesin. Kumsalda birbirlerini umursamadan kendi sorunlarına gömülüp gidiyorlar. Ayrılmadan önce birlikte son tatillerine çıkan Guy ve Prisca ise tam tersine çocukları için birbirlerine kenetleniyor, aileyi her şeyin üstünde tutuyorlar. O gün yolu kumsala düşen Patricia (Nikki Amuka-Bird) ve Jarin (Ken Leung) çifti de örnek bir ayakta kalma mücadelesi veriyor.
Shyamalan aynı gün içinde çocukluktan ergenliğe ve yetişkinliğe geçmek zorunda olan, film boyunca 3 ayrı oyuncu tarafından canlandırılan Trent ve Maddox’u en az Guy ve Prisca kadar filmin merkezine alıyor, hatta onların ‘büyüme’ psikolojisine diğer her şeyden daha çok odaklanıyor. Dolayısıyla, filmin orta bölümü tümüyle karakter psikolojileri üzerinden ilerliyor. Ama Shyamalan’ın tüm bu orta bölümde beni yakaladığını söylemem çok zor. Sonuçta, dünyanın en olgun ve bilge kişisinin bile kolay kolay altından kalkamayacağı fevkalade tuhaf, insan bedeni ve ruhu için son derece yıkıcı bir sorundan söz ediyoruz. Böyle bir sürecin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini tahayyül etmek ve inandırıcı olmak öyle çok kolay değil. Hem de ortada bu kadar çok karakter ve sorun varken… Shyamalan bence yazar olarak bu işin altından tam olarak kalkamıyor. Yaşlanma sürecine verdikleri tepkiler açısından karakterleri siyah – beyaz gibi keskin çizgilerle ikiye ayırması da filmin aleyhine çalışıyor. Ameliyat ve benzeri biyolojik korku sahneleri etkili oluyor ama sonuçta bir dram olarak inandırıcılık seviyesini biraz düşürüyor. Belki de bu yüzden, duygusal bağ kuramadan, ‘Keşke komedi olarak çekilseymiş, o zaman daha iyi işlermiş’ diye seyrettiğim, hiçbir karakterle özdeşleşemediğim bir film oldu ‘Zamanda Tutsak’.
Shyamalan’ın niyeti, hiç kuşkusuz zamanla olan sancılı ilişkimize bir ayna tutmak; en temel korkularımızdan birini kurcalamak… Hepimiz doğumdan ölüme doğru ilerleyen hayatımızda, bedenimizin er geç bir gün zamana yenileceğini biliriz. Yaşlanma sürecimiz ile zamanın akışı arasındaki bağ, asla aklımızdan çıkmaz. ‘Zamanda Tutsak’, zaman ve ölüm arasındaki bu ilişkiyi hepimize bir kez daha hatırlatıyor. Filmin belki de en etkileyici ve anlamlı anı, demans sorunları nedeniyle hafızasını kaybeden karakterin yaşadığı huzur… O an, kumsalda yaşadığı her şeyi unutmasının onun için ‘mutlu son’ olduğunu düşünüyoruz. Ama bu sahnenin dışında filmde kendi adıma etkileyici anlara tanık olduğumu söyleyemem.
Kurbanların kumsalda çektiği çaresizliklere ve acılara tanık olurken yanıtlarını aramayı bıraktığımız sorular, son bölümde yeniden gündeme geliyor. Filmin bize karakterleri tanıtıyormuş gibi göründüğü ilk bölümde aslında birçok ipucu verdiğini fark ediyoruz. Son bölümü seyrederken, çoğunu gözden kaçırdığımız ve unuttuğumuz tüm ipuçlarını yeniden hatırlıyoruz.
Daha şaşırtıcı olan nokta ise son 15 dakikada filmin ‘gizli teması’nın ortaya çıkması. O noktada kumsalda yaşananların öncesi ve sonrasıyla çağdaş dünyadaki temel sorunların bir tür yansıması olduğunu görüyoruz. Ama bu finalin filmi kurtardığını söylemek zor. Açıklama bekleyen seyircileri mutlu etmek için yapıldığı belli ama bu finalin kumsal bölümünde olup bitenlere dramatik olarak ne gibi bir katkısı olduğunun kestirmek kolay değil. Özetle, hikâye örgüsü ve ele alınan temalar bana bütünlükten yoksun geldi.
Öte yandan, insanların kumsalda başına gelenler ile pandemi sürecinde yaşanan ev karantinaları arasında bağ kuranlar olabilir. Ama bunun için pandemide normal hayata göre hızla yaşlandığımız fikrinden yola çıkmak gerekiyor ki bu bana pek tutarlı gelmiyor. Pandemi belki sosyal hayatımızdan birkaç yılımızı aldı ama bazı konularda, mesela çocuklarımızla kurduğumuz ilişkilerde bize daha çok zaman kazandırmadı mı? ‘Zamanda Tutsak’ ise dakikalar içinde insanın her şeyini aynı anda kaybettiği bir film.
‘Zamanda Tutsak’ın en çok ilgimi çeken yanlarından biri anlatımı ve görsel tercihleri oldu. Aile otele geldiği anlarda renk paletinde gözlediğimiz cansızlık ve gün ışığının solgun beyazı, bir tatil filminde olmadığımızı önceden hissettiriyor. Görüntü yönetmeni Mike Gioulakis, kumsal sahnelerinde gerçekten iyi iş çıkarıyor. Mevsimin ve coğrafyanın göze hoş gelen renklerini soldururken huzursuzluk ve tekinsizlik havası yaratmasını biliyor.
Bu film üzerinden baktığımızda Shyamalan’ın yönetmenliği, yazarlığından daha iyi. Özellikle kumsaldaki uzun kamera hareketleri dikkat çekici ve anlamlı. Shyamalan kamerayı uzun çekimler dahil birçok sahnede gözlemci gibi değil, olayların içinde yer alan bir karakterin bakış açısından kullanıyor. Trent ve Maddox’un ‘hızla büyüdükleri’ anlar sırasında kamerayı onlara çevirmemesi, kamerayı onların bakış açısından kullanması da hoş numara.
Oyunculuk performansları için iyi şeyler söylemek kolay değil. Sonuçta herkes elinden geleni yapıyor ama özellikle kumsal sahnelerinin, oyunculuk açısından riskli olduğu kesin. Shyamalan’ın yazarlığındaki sorun, performansları da kötü etkiliyor. Hiç kimsenin birkaç dakika içinde uyum sağlayıp önüne bakabileceği olaylar yaşanmıyor o kumsalda. Ama Shyamalan bazı karakterleri daha olgun göstermek için şok ve travma faktörünü nedense biraz hafife alıyor. Daha kötüsü, biz de öyle bir durumda bir insanın neler yaşayabileceğini düşünmeye başlıyoruz. Sözgelimi, Shyamalan, bazı sahnelerde bedenin ne kadar büyük bir hızla iyileştiğini gösterince biz de işin biyolojik tarafına odaklanıyor ve mesela saçla sakalın neden uzamadığını sorgularken buluyoruz kendimizi. Tüm bu düşünceler, filmle aramızdaki duygusal mesafeyi açıyor.
‘Zamanda Tutsak’ın bir korku filmi olduğu söylenemez. Daha çok bir gerilim filmi… Shyamalan tümüyle bedenin değişimi ve biyolojik korku üzerinden gitseymiş belki daha iyi bir sonuç alabilirmiş. Ama yazar olarak, karakterlerin başına gelen trajik olaylar üzerinden seyirciyi üzmeye odaklanmış nedense… Evet, kendi adıma üzüldüm ve filmde anlatılan olayın bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri olabileceğini düşündüm. Ama bir noktadan sonra sürekli üzülmek zorunda kalmaktan biraz sıkıldım galiba.
5/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce