Her eve lazım hafıza makinesi
Suların içinden yükselen gökdelen görüntüleriyle açılıyor ‘Zihin Gezgini’ (Reminiscence)… Miami’nin bir tür ‘modern Venedik’e dönüştüğü bu görüntülerin öylesine gerçeküstü bir hali var ki, kendimizi ‘Inception’ filmindeki gibi bir rüyanın ya da sanal gerçekliğin içinde gibi hissediyoruz. Kamera aşağıya doğru hareket ettikçe hayal hissi güçleniyor. Ama bir süre sonra her şeyin gerçek olduğunu anlıyoruz. Şehir yukarıdan ne kadar ‘güzel’ görünürse görünsün, sokaklara indiğimizde distopyanın içindeyiz.
Üstelik tek sorun iklim değişikliği nedeniyle yükselen deniz suları ve şehrin geceleri hareketlenmesine neden olan sıcaklık değil. Yoksulluk, sefalet bir yana kimsenin adalete güvenmediğini görüyoruz. Suların basmadığı yüksek, kuru bölgelerde yaşayan ve yoksullarla aralarına baraj inşa eden zenginlerin egemen olduğu bir şehirdeyiz. Hikâye geliştikçe bütün sistemin yozlaştığına tanık oluyoruz. Şehrin en popüler uyuşturucusu, kısa sürede bağımlılık yapan ‘baca’ adlı bir madde. Çeteler ve rüşvetçi polislerin el ele yönettiği batakhanelerde satılıyor ‘baca’.
Bu umutsuz ve karanlık dünyada bazı insanların başka bir ‘bağımlılığı’ daha var: Geçmiş güzel anılar… İleri teknoloji sayesinde insanlar, kendi hafızalarına dönüp geçmişin güzel anılarını bire bir yaşama şansı buluyorlar. Hugh Jackman’ın canlandırdığı Nick Bannister, müşterilerini geçmişe göndererek kazanıyor hayatını. İlerleyen bölümlerde adli yetkililere de hizmet verdiğini, suçluların zihninde dolaşarak bilgi topladığını görüyoruz.
Nick, ABD’nin hiç bitmeyen savaşlarından dönüp hayata karışan eski askerlerden... Şehirde onun gibi çok ‘yorgun savaşçı’ var. Yanında çalışan Watts (Thandiwe Newton) da onlardan biri. Nick’in bütün hayatı, bir akşam kapanmaya yakın saatlerde kapısında beliren Mae’yi (Rebecca Ferguson) görmesiyle değişiyor. Kaybettiği ev anahtarını bulmak için geçmişine dönmek isteyen Mae’nin hafızasında geçirdiği ilk anlardan itibaren, Nick adeta başka bir boyuta geçiyor.
Mae ile Nick’in karşılaştığı ilk sahneden, filmi yazan ve yöneten Lisa Joy’un aklındaki ‘film noir’ (kara film) dokusunu hissetmek mümkün. Bu sahne, bir kadının dedektifin ofisine girmesi ve onun hayatını baştan sona değiştirmesini anlatan kara film klasiklerine yapılan bir gönderme değil sadece. Lisa Joy filmin bütün duygusunu ve öyküsünü 1940’larda şekillenen bu klasik Amerikan janrının normlarına göre şekillendiriyor.
Nick’in hayatına girdiği gibi birdenbire ortada kaybolan Mae, kara filmlerde sık sık karşımıza çıkan esrarengiz kadınlardan biri. Mae’nin, erkeği baştan çıkardıktan sonra onun hayatını mahveden bir ‘femme fatale’ (meşum kadın) olup olmadığı sorusu hikâyeyi şekillendiren temel öğe…
Watts’a göre o kesinlikle bir ‘femme fatale’. Nick ise Mae’ye öylesine aşık ki bir noktadan sonra kendi hafıza makinesinden çıkamaz hale geliyor; anılarıyla yaşamaya başlıyor. Ancak savcı için yürüttüğü operasyon sırasında Mae’yi bir suçlunun hafızasında görmesiyle birlikte onun için yeni bir dönem başlıyor. Dedektif gibi elindeki tüm ipuçlarını değerlendirerek onu bulmaya çalışıyor.
Bilimkurgu ve kara film, Jean Luc Godard’ın 1965 tarihli ‘Alphaville’inden bu yana birçok kez buluştu. Kuşkusuz en ilham verici buluşma ‘Blade Runner’ (1982) oldu. Öyle ki Blade Runner’dan sonra tech-noir, cyber noir veya future noir diye farklı adlarla anılan bir alt tür haline geldi.
‘Zihin Gezgini’ bu alt türün en yeni örneklerinden biri… Ama en iyilerinden biri olduğunu söylemek mümkün değil. Hikâyenin insan zihninde geçtiği filmler arasında özel bir yer alacağını pek düşünmüyorum. Buna karşılık, hafızayı konu alan ve insanın anılarını yeniden yaşadığı filmler arasında şöyle ya da böyle adı anılacak gibi geliyor bana. Çünkü tıpkı zaman makinesi gibi Nick Bannister’in hafıza makinesi de herkesin hayatta en az bir kez hayalini kurmuş olduğu, ‘her eve lazım’ bir hizmet sunuyor.
‘Westworld’ dizisiyle tanınan yazar ve yönetmen Lisa Joy, başta Nick olmak üzere hafıza makinesinin insanları bağımlı hale getirmesinin altını çiziyor. Ama daha ötesine geçip işin psikolojik ve düşünsel tarafına pek bakmıyor; geçmiş takıntısını çok kurcalamıyor. Kara film tadında ilerleyen dedektiflik öyküsünü, yer yer aksiyon seyircisine uygun hızlı tempolu bir polisiyeye çeviriyor.
Öte yandan, bir aşk ve tutku filmi çektiğini aklından çıkarmamaya çalıştığı belli. Sözgelimi, Nick ve Mae’nin şehre yukarıdan bakan bir kulede ‘mutlu ve kederli sonlar’ üzerine konuştuğu sahne, eski usul Hollywood aşk filmlerini hatırlatacak cinsten ağır romantizm içeriyor. Buna karşılık, Watts’ın Nick’i kurtarmak için bir çetenin batakhanesine tek başına daldığı sahne, dövüş ve aksiyon filmlerinden çıkmış gibi… Nick’in, şarkı söylediği barda Mae’yi ziyaret ettiği sahne ise 1940’ların klasik Hollywood filmlerini akla getiriyor.
Belli ki Lisa Joy, yönettiği ilk sinema filminde kara filmin katı gerçekliğinden ziyade daha çok görsel dokusunu tercih ediyor. Film eski Hollywood tarzıyla çağdaş sinemayı birleştiriyor. İşte bu yüzden ‘Zihin Gezgini’, ‘retro’ dediğimiz tarzda bir film. Tıpkı Nick’in hafıza makinesi gibi Lisa Joy da Hollywood’un geçmişine gidiyor ve farklı filmlerden birer tutam nostalji alıyor.
‘Zihin Gezgini’nin belki de en hoş yanı, filmin büyük bölümünün karakterlerin hafızasında geçmesi... Özellikle ilk bölümde Mae ile Nick’in tanışıp âşık olmalarının ardından şimdiki zamanda geçtiğini düşünerek seyrettiğimiz kule sahnesinin, hafızada geçtiğini anlamamız, etkili bir sahneye vesile oluyor. Nick’in Mae’yi başka insanların hafızasında aradığı sahneleri de unutmamak gerekiyor. Ne var ki, finale doğru Nick ile Mae’nin başka birinin hafızasında yaşadığı karşılaşma sahnesinin Lisa Joy’un hedeflediği kadar etkili olduğunu pek sanmıyorum.
‘Zihin Gezgini’nin duygusal olarak beni yakalayan ve etkileyen bir film olduğunu söyleyemem. Nick Bannister dahil hiçbir karakteri çok derinlikli bulmadım. Mae uzun süre çok dışarıdan baktığımız, bağ kurmakta zorlandığımız biri. Buna karşılık, Thandiwe Newton’un yorumunun katkısıyla Watts’ın daha ilgiye değer ve olumlu anlamda karmaşık bir karakter olduğunu düşünüyorum. Rüşvetçi polis Cyrus Booth (Cliff Curtis) ve zengin adamın takıntılı eşi Swati (Marina de Tavira) başta olmak üzere diğer yan karakterler ise dramatik açıdan çok zayıflar.
‘Zihin Gezgini’nin bir başka sorunu aynı anda birkaç türü bir arada götürmeye çalışması galiba… Çünkü hiçbirinin tam olarak hakkını veremiyor.
Modern kara filmin öncüsü sayılan 1975 yapımı ‘Chinatown’daki gibi şehirdeki güç zehirlenmesine ve yozlaşmaya bağlanan entrikanın pek parlak olduğunu söyleyemem. Sonuçta, alt metinler açısından fakir bir film ‘Zihin Gezgini’… Lisa Joy, anladığım kadarıyla dramatik derinlikten ziyade daha çok biçime ve duyguya önem veren bir yönetmen.
Sonuçta sıkılmadan seyrediyor, görsel açıdan keyif alıyorsunuz ama duygusal olarak geride pek iz bırakacağını sanmıyorum.
6/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce