Bond 'mükemmel', peki film?
Daniel Craig’in beşinci ve son kez James Bond’u canlandırdığı, serinin yirmi beşinci filmi ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ (No Time to Die), pandemi sonrasında peş peşe gelen ertelemelerin ardından nihayet gösterime girdi.
‘Jane Eyre’ (2011), ‘Beasts of No Nation’ (2015) gibi filmleri kadar, ‘True Detective’ (2014) ve ‘Maniac’ (2018) gibi televizyon dizilerinden tanıdığımız Amerikalı sinemacı Cary J. Fukunaga’nın yönettiği 2 saat 43 dakikalık ‘Ölmek İçin Zaman Yok’, Bond’un karşımıza çıkmadığı sıkı bir gerilim sahnesiyle açılıyor. Gerilim anlarının hemen peşinden gelen ve gün ışığı altında, deniz manzaralı tarihi bir İtalyan kasabasında geçen ikinci sekans, filmin en iyi aksiyon sahnelerini içeriyor. Bunlara Billie Eilish’in seslendirdiği, filmle aynı adı taşıyan şarkısı eşliğinde seyrettiğimiz video klip tadındaki jeneriği de eklediğimizde, ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ tadından yenmez bir Bond filmi gibi start alıyor ve sonuna kadar da temposunu hiç kaybetmeden ilerliyor.
Yönetmen Fukunaga’nın Neal Purvis, Robert Wade ve Phoebe Waller-Bridge ile birlikte yazdığı senaryoda, diyaloga dayalı dramatik bölümlerin genellikle aksiyon sahnelerinin içine serpiştirildiğini, hiç birisinin öyle çok fazla uzatılmadığını görmek mümkün. Belli ki, ‘Ölmek İçin Zaman Yok’un ilk hedefi, 2 saat 43 dakikayı seyirciye hissettirmemek.
Hedefe ulaşıldığı kesin. Aksiyon ve gerilim sahnelerinin biri biterken diğeri başlıyor. Diyaloglu sahnelerde ise duruma göre gerilim, mizah veya duygusallık hâkim. Sonlara doğru dozu giderek artan duygusallık, yaşanan her şeyin ve bütün bir serüvenin Bond açısından giderek kişiselleşmesinden kaynaklanıyor.
Bu duygusallığa kapılıp giderseniz, ‘Spectre’in (2015) devamı gibi yazılan ‘Ölmek İçin Zaman Yok’, sizin için en iyi Bond filmlerinden biri olabilir. Kapılmazsanız da sorun yok. Çünkü her koşulda iyi bir aksiyon filmi seyrediyorsunuz.
Kestirme yoldan söylemek gerekirse, ben sadece iyi bir aksiyon filmi seyrettiğini düşünenlerdenim. ‘Ölmek İçin Zaman Yok’, pek beğenmediğim ‘Spectre’ ile birlikte bir elmanın iki yarısı gibi benim için...
Takıldığım nokta, hikâyenin giderek daha çok kişiselleşmesi değil. Tam aksine, Pierce Brosnan’ın bayrağı devraldığı dönemde başlayan, ‘daha çok kişiselleşen öyküler dönemi’nin seriye çok şey kattığını, hatta serinin hayatını kurtardığını düşünüyorum. Aksi halde James Bond, ne 1990’lar ne de 2000’li yıllara uyum sağlayabilirdi. 1970 ve 1980’li yıllarda insanlar, James Bond filmlerine hikâyeden ziyade bizzat ‘formül’ün kendisi, yani şov görmek için giderdi. Seyirci Roger Moore’un o hiçbir şeyi ciddiye almayan hallerini, her serüvene ‘kahraman gibi başlayıp kahraman gibi’ bitirmesini severdi. Siz, sesi çok gür çıkan ‘Sean Connery, Daniel Craig lobileri’ ile İngiliz ve Amerikalı eleştirmenlere bakmayın. Günümüzde adını anan pek yok gibi görünüyor ama çocukluğu ve gençliği 1970’ler, 1980’lerde geçen birçok kişi için Roger Moore’un hâlâ rakipsiz olduğunu biliyorum.
Ne var ki, özel efekt destekli Amerikan aksiyon sinemasının alıp başını gittiği bir çağda Roger Moore tarzı bir Bond’un yeni nesillere hitap etme şansı yoktu. Aksiyon konusunda seçeneklerin giderek arttığı bir dönemdi. 1970 ve 1980’lerde nerdeyse modüler bir sistem gibi kullanılan demode ‘James Bond formülü’yle ilerlemek artık mümkün değildi. Formülün özü korunmalıydı ama seri, inandırıcı bir kahramanı dramatik niteliği yüksek hikâyelerin içine koyarak hayatta kalabilirdi ancak… Nitekim, öyle yaptılar.
Daniel Craig’in Bond’u ilk kez canlandırdığı ‘Casino Royale’ (2006), 1990’larda başlayan bu dönemin kuşkusuz en iyi filmlerinden biriydi. Öykünün kişiselleşmesi kadar karakterin insani yanları daha çok öne çıkarılıyordu. ‘Skyfall’ (2021) karakteri zaafları ve zayıflıklarıyla gösterme konusunda belki de en cesaretli Bond filmiydi. Her ikisi de derinlikli öyküler vadediyordu… Ama ‘Quantum of Solace’ (2008) ve ‘Spectre’ için aynısını söylemek mümkün değildi. Bu iki film, daha güçlü, olgun ve her şeyiyle kahraman, mükemmel bir Bond getiriyordu karşımıza. Sean Connery’yi hatırlatan, Roger Moore’un eğlenceli hafifliğinden uzak, duygusal yanı ağır basan ve kötülere karşı çok sert, kararlı bir Bond’du bu… Tıpkı ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ta olduğu gibi…
Evet, filmin ilk bölümünde Bond, belki duygusal olarak yanlış karar veriyor ama her daim sert ve mükemmel erkek olmasını biliyor. Aynı ‘Spectre’da olduğu gibi hep güçlü. Asla zayıf değil. Ki, verdiği yanlış kararın ardında da her daim sağlam durma ve duygularından kaçma isteği var. Finalde ise kahramanlık imgesinin nerdeyse Nirvana’sına ulaştığı söylenebilir.
Dolayısıyla, ‘Ölmek İçin Zaman Yok’, ne kadar duygusal olursa olsun ‘Quantum of Solace’ ve ‘Spectre’ gibi eski usul bir kahramanlık öyküsü anlatıyor. Sözgelimi filmdeki büyük aşk, bildiğimiz melodram aşklarından farksız. Herkes birbirini çok seviyor ama yanlış anlaşılma nedeniyle araya ayrılık ve yıllar giriyor mesela…
Filmden sonra üzerine düşündüğümüzde, Bond’un filmin kötü adamı Lyutsifer Safin (Rami Malek) dahil hiç kimseyle etkileşim yaşamadığını görüyoruz. Yıllar önce yaptığı duygusal hatayı anlamak dışında hiçbir değişim yaşamıyor. Tıpkı ilk Bond filmlerinde olduğu gibi… Safin kritik anlarda gösterdiği merhametle dikkat çeken bir karakter ama hedefleri ve stratejisi itibarıyla çok düz, iyi ele alınamamış bir kötü adam.
Bu arada, kötü adamın, dünyanın ücra bir köşesindeki esrarengiz adayı merkez seçmesi dahil en eski Bond klişelerine kadar gidiyor film. Ama filmi seyrederken tüm bunları düşünmeye zaman yok. Aksiyon, dövüş, çatışma sahneleri peş peşe geliyor. Bu sahneler, iyilerle kötülerin savaşı dışında pek fazla bir şey anlatmasa da filmi sürükleyip götürüyor.
Filmde en çok Bond’un teşkilata döndüğü ve eski mesai arkadaşlarıyla karşılaştığı sahneleri ve oradaki mizah duygusunu sevdim. Özellikle randevusuna hazırlanan Q’yü (Ben Whishaw) zorla bilgisayar başına geçirip çalıştırdıkları sahneyi… Nomi (Lashana Lynch) de girer girmez, başta teşkilattaki sahneler olmak üzere filmi ‘yükselten’ karakterlerden. Bir tür ‘çaylak Nikita’, heyecanlı stajyer kız havasında filme dahil olup bir anda ‘Atomic Blonde’a dönüşen Ana De Armas’ın olduğu sahneler de iyi. İnsan ister istemez tüm bu bölümlerde Phoebe Waller-Bridge’in parmağı mı var acaba diye düşünmüyor değil. Bond bu sahnelerde çevresindekilerle etkileşime geçiyor. Ne var ki, Bond’un Safin ve Madeleine Swann (Léa Seydoux) ile ilişkisi çok farklı bir ton taşıyor.
‘Ölmek İçin Zaman Yok’, yer yer 1969 yapımı Bond filmi ‘Kraliçe’nin Hizmetinde’nin (On Her Majesty Secret Service) trajik tonunu akla getiriyor. Açılıştaki denize bakan yamaçtaki otomobil çekimleri ve finaldeki Louis Armstrong şarkısı ‘We Have All the Time in the World’ şarkısının hüznü bizi bu filme götürüyor.
En sevdiğim Bond filmlerinden birine yapılan göndermelerden etkilenmediğimi söyleyemem ama ‘Ölmek İçin Zaman Yok’un hikâyesi duygusal anlamda beni pek yakalayamadı. Eleştirmenler arasında azınlıkta kaldığımın farkındayım. Ama ‘Ölmek İçin Zaman Yok’u, ‘Casino Royale’ ve ‘Skyfall’ kalibresinde bir film olarak görmek açıkçası bana çok zor geliyor. Onlar riskli yeni arayışlara giren filmlerdi. ‘Ölmek İçin Zaman Yok’ ise final hariç Bond formüllerinin güvenli limanından pek çıkmıyor.
Ayrıca, ‘Finalden etkilendim’ dersem yalan olur. Tam o esnada, ‘aktör Daniel Craig ve James Bond karakteri’ arasında yıllardır süren çalkantılı sevgi – nefret ilişkisi geldi aklıma. O finalde kuşkusuz tüm bu geçmişin önemli payı var.
Son olarak, pandemiden önce çekilip bitirilen ‘Ölmek İçin Zaman Yok’un entrikasının DNA temelli biyolojik silahlar etrafında döndüğünü belirtmek gerek. Covid-19 salgını ve peşinden gelen aşı tartışmalarını, hiç bitmeyen komplo teorilerini düşündüğümüzde, günümüz dünyasındaki biyolojik silah korkusunu damardan yakalayan bir hikâye olduğu kesin… Bu konuda film, sinemacıların yıllardır tekrar ettiği uyarıyı bir kez daha yapıyor ve ‘biyolojik silahlar her koşulda geri teper’ diyor. Sonuna kadar doğru bir tespit bu…
6/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce