Kadın düşmanı bir çağda…
Tarihsel bir epik gibi başlıyor ‘Son Düello’ (The Last Duel)… Hatta hikâyeyi Jean de Carrouges’un (Matt Damon) gözünden izlediğimiz ilk bölüm boyunca bu his pek kaybolmuyor. Ama her şey bittiğinde tarihsel epik janrının sadece ‘dış kabuk’ olduğunu anlıyoruz.
‘Son Düello’nun çekirdeğinde öncelikle ‘MeToo’ döneminin ruhu olduğu söylenebilir. Eric Jager’in 2004’de yayımlanan aynı adlı kitabından uyarlanan film, çok değil 10-15 yıl önce karşımıza gelseydi, tarihsel epikle melodramın kaynaştığı ‘Gladyatör’ tarzında, erkek fantezilerine hayat veren bir Hollywood aksiyonu seyredebilirdik.
Oysa Nicole Holofcener, Ben Affleck ve Matt Damon’ın yazdığı senaryo daha modern çıkış noktalarına sahip. Yazarların akıllarında öncelikle Akira Kurosawa’nın 1950 yapımı ‘Rashomon’u olduğu kesin. Tecavüz ve cinayeti konu alan ‘Rashomon’da, aynı hikâyeyi farklı tanıkların anlatımıyla izleriz. Öykü her seferinde değişir. Sonunda gerçeği öğrendiğimizde asıl meselenin, öykülerin birbirlerinden ayrıştığı noktalarda gizlendiğini anlarız.
Tecavüzü ve Fransa’da kayıtlara geçen son resmi düelloyu konu alan ‘Son Düello’, aynı yaklaşımdan hareket ederek yıllara yayılan hikâyeyi üç farklı bakış açısıyla getiriyor karşımıza. ‘Rashomon’dan farkı, yaşanmış ve araştırmacıları yıllarca uğraştırmış 1386 tarihli gerçek bir olaya dayanması…
Önce Marguerite de Carrouges’un (Jodie Comer) eşi Jean de Carrouges’un gözünden izliyoruz hikâyeyi. Sonra tecavüz iddiasını kabul etmeyen Jacques Le Gris (Adam Driver) giriyor devreye ve her şeyi onun bakış açısından takip ediyoruz. Son olarak, Marguerite’in anlattığı hikâye geliyor karşımıza. Ama tüm bunlardan önce filmin Jean de Carrouges ile Jacques Le Gris’nin düello hazırlıklarıyla başladığını belirtelim. Seyredeceğimiz her şeyin, bizi Paris’te kralın önünde gerçekleşen halka açık bir düelloya götüreceğini en baştan biliyoruz.
Jean de Carrouges’un bakış açısından seyrettiğimiz ilk bölüm, bildiğimiz eski usul bir erkeklik hikâyesi üzerine kurulu. Carrouges’un, krala bağlılık, arkadaşlığa sadakat, erkeklik, cesaret gibi muhafazakâr değerleri, dönemin genelgeçer ahlaki kodlarını, her şeyin üstünde tuttuğunu görüyoruz. Eşi Marguerite ile ilişkisini ise romantik ve idealist bir aşk tasavvuru içinde sunuyor. Sonuçta her şey onursuz erkeklerin ona yaptığı haksızlıkla ilgili... Tecavüzü de eşinden ziyade kendisine yönelik bir saygısızlık eylemi olarak algılıyor. Carrouges’un öyküsünde mizah hiç yok. Krala bağlı korkusuz, fedakâr bir savaş kahramanının mağduriyet dramını seyrediyoruz. Ton ve duygu olarak tıpkı kendisi gibi soğuk, donuk, renksiz bir epizot ama hikâyenin genel çerçevesi de bu şekilde kurulmuş oluyor.
Jacques Le Gris ise ilk anlardan itibaren daha renkli, eğlenceli bir öykü kuruyor. Soylu bir aileden gelen Carrouges, yol yordam bilmezliği, kabalığı ve gereksiz öfkesiyle derebeyi Pierre d’Alençon’un (Ben Affleck) gözünden hızla düşerken alt sınıftan gelen Le Gris eğitimi, zekâsı, kültürü ve çalışkanlığıyla yükseliyor. Carrouges ile zıt kutupları temsil ediyorlar. Le Gris’nin gözünden gördüğümüz Carrouges, eylemlerinin başına açacağı sorunları hesap edemeyen, uyumsuz, antipatik, öfkeli ve kompleksli bir adam. Carrouges ile ilişkisi söz konusu olduğunda, Le Gris’ye duygusal anlamda kendimizi daha yakın hissediyoruz. Carrouges’un hamasi tavrına oranla bize daha samimi geliyor. Ama kadınlarla olan ilişkilerinde ona kesinlikle güvenmiyoruz. Pierre ile birlikte katıldığı gece alemlerinde dönemin zehirli erkeklik kültüründen etkilendiğini görüyoruz. Pierre’in düzenlediği orjilerden birinde Le Gris bir kadını av gibi kovalıyor, yakalıyor ve sonra da onunla birlikte oluyor. Oradaki herkesin oyun olarak baktığı bu deneyim, sadece Le Gris’nin kadın – erkek ilişkilerine bakışını değil, dönemin ruhunu da yansıtıyor. Erkeğin avcı, kadının av olarak görüldüğü bir dönemde geçiyor olaylar. Le Gris için cinsel ilişkiyle tecavüz arasında farklar hayli belirsiz...
Marguerite’in bölümü ise, daha ilk anlardan itibaren erkeklerin kendilerini kandırmak üzerine kurulu dünyasından kurtulup ferah bir nefes almamızı sağlıyor. Marguerite, sadece tecavüz öyküsüne ve Le Gris ile arasında olup bitenlere yeni bir bakış açısı getirmiyor. Erkekliğin toksik dünyasında kaybettiğimiz gerçekliği bulmamıza da vesile oluyor. Daha önemlisi, Carrouges’u ilk kez eşinin gözünden görüyor ve kendi öyküsünde hiç yansıtmadığı aptallıklarına, rezil erkeklik hallerine tanık oluyoruz.
Marguerite’in öyküsünde, sadece eril bakış açısı değil, narsisist bakış açısı da kırılıyor. Jean de Carrouges’un annesi (Harriet Walter) güçlü bir yan karakter olarak filme dahil oluyor. Daha önceki epizotlarda sadece arka fonda belirsiz olarak gördüğümüz köylüler, hizmetçiler yakın planlarda çıkıyorlar karşımıza. Özetle, dönemin emekçi sınıfı bir anda görünür hale geliyor. Filme insani bir sıcaklık geliyor; şefkat, merhamet gibi duygularla tanışıyoruz. Bu arada, Carrouges’un savaşmaktan başka hiçbir şeyden anlamadığını, özellikle toprakla ilgili işleri Marguerite’in çekip çevirdiğini fark ediyoruz. Kontrol manyağı Carrouges’un sahip olduğu atlara ve kadınlara aynı hoyratlıkla davrandığına da şahitlik ediyoruz.
Yönetmen Ridley Scott, üç hikâyeyi farklı üsluplarla anlatıyor. Sözgelimi, Carrouges’un öyküsünde, genel planlar ağırlıkta ve savaş sahnelerine daha çok yer veriyor. İç mekânlardaki sahneler daha kısa; diyalogları uzun tutmadan dönemin geleneklerini, davranış kodlarını öne çıkarıyor.
Le Gris’nin öyküsünde ise galiba daha çok diyalog var. Carrouges’un bölümündeki kısa resmi konuşmaların gerisinde olup bitenleri seyrediyoruz. İkinci epizotta, olaylar ağırlıklı olarak derebeyi Pierre’in malikanesinde geçiyor; savaş sahnelerine daha az yer veriliyor. Carrouges’un biraz komik ve abartılı bir adam olması, mantıklı geliyor bize. Buna karşılık, Marguerite’in tümüyle Le Gris’nin bakış açısından yansıtıldığını görüyoruz. Le Gris, eğlenceli ve samimi gelse de bir süre sonra hikâyesini tümüyle kendi egosu çevresinde kurduğu anlaşılıyor.
Carrouges’un öyküsü, anlatım olarak eski usul 1950’lerden kalma tarihsel epikleri hatırlarken; Le Gris’nin öyküsü, 1980 ve 1990’ların eğlenceli ve renkli tarihi filmlerini akla getiriyor. Marguerite’in öyküsünde ise Scott bugünün sinemasına daha çok yaklaşıyor. Kamerasını daha hareketli tutarken, yakın planların sayısını artırıyor.
Hikâyenin toplumsal yanını ve hukuki sürecin ilerleyişini de Marguerite’in gözünden takip ediyoruz. Bu arada, dönemin kadın düşmanlığının özellikle saray mahkemesinde ulaştığı nokta, gerçekten asap bozucu. O noktada Marguerite de Carrouges’un 1386 itibarıyla gösterdiği cesaret, daha anlamlı ve çarpıcı hale geliyor. Eril iktidar açısından kuşkusuz günümüzle Ortaçağ arasında belki çok fark yok ama Marguerite hukuken kadının erkeğin malı olduğu bir dünyada yaşıyor ve sistem kadın düşmanlığından hiç vazgeçmiyor.
Senaryonun en cesaretli yanlarından biri, Marguerite’in kadın dayanışmasının olmadığı bir ortamda tek başına savaştığının altını çizmesi. Çünkü bir noktadan sonra kadınların da toksik erkekliğin parçası olduğunu kavrıyor; özellikle üst sınıflarda kadınların Marguerite’e düşmanca yaklaştığını görüyoruz. Kraliçe ve derebeyinin eşi dışında soylu kadınların hiçbirinin bakışlarında empatinin zerresi yok. Tam tersine, cesaretinden ötürü ona kızıyorlar. Çünkü aristokrasi içindeki ikiyüzlü ahlak anlayışı nedeniyle kadınların tecavüze uğrasalar dahi sessiz kalmayı yeğlediklerini, aksi davranışı kabul etmek istediklerini keşfediyoruz.
Fransa’da geçse de tüm karakterlerin günümüz İngilizce’siyle konuştuğu bir filmde tarihsel gerçeklikten söz etmek kuşkusuz kolay değil. Hollywood’un tarihsel tutarlılık konusundaki geçmiş karnesi düşünüldüğünde, uzmanları rahatsız edecek detaylar olduğuna eminim. Ne var ki, ‘Son Düello’ bence Ortaçağ zihniyetini ve dönemin ruhunu belirli ölçülerde vermeyi başaran bir film.
Malum, Ortaçağ’da sadece kadının değil insanın da hükmü yoktur. Tanrı kralın temsilcisidir. Sınıfsal hiyerarşi her şeyin üstündedir. Böylesi bir dünyada, Marguerite’in kaderinin, tümüyle düellonun sonucuna bağlı olması, Ortaçağ zihniyetinin insanlık dışı örneklerinden sadece biri. Düellonun sonucunun Tanrı’nın iradesini yansıttığı düşüncesi de sonuçta aynı mantığın ürünü. Dönemin tıp alimleri dahil herkesin inandığı ‘bilimsel gerçekler’in tümüyle kadınların karşısında olması, cinsel doyumla çocuk sahibi olmak arasında kurulan bağ da çarpıcı. Dönemin ‘sözde bilim’i bir yana Le Gris’nin günah çıkarmak için gittiği rahibin söyledikleri, Kilise’nin başta tecavüz olmak üzere aşağı yukarı her konuda erkeğin yanında olduğunu ve kadını her daim şeytan gibi gördüğünün başka bir örneği…
Kadın düşmanlığını altını çizen senaryo gerçekten iyi ve Ridley Scott, geçmişte olduğu gibi alt metinleri filmin ruhuna katmakta başarılı. Filmin alacağı yaş sınırından korkmaksızın savaş sahnelerinde kan ve şiddeti gizlememesi, bence doğru karar. Sonuçta sürekli kan döken, kan dökmeyi hayat biçimi haline getirmiş sert, vahşi erkeklerin öyküsü bu… Scott, özellikle düello sahnesinde tüm bu şiddetin, kahramanlıktan ziyade hayatta kalma mücadelesiyle ilgili olduğunun altını çiziyor. Kaldı ki, üçüncü epizotla birlikte filmin erkekliği yüceltmediği belirginleşiyor. Özellikle düello sahnesinde, şiddeti ve dövüşü estetik hale getirmeden en çirkin haliyle sunuyor. Düellodaki aşırı şiddetin o dönem için bir tür eğlence olması ve genç kralın (Alex Lawther) bu düellodan aldığı keyfi de unutmayalım. Özetle, iktidar baştan kokuyor.
84 yaşındaki usta yönetmen Ridley Scott, 1977 yapımı ‘The Duellists’den bu yana imza attığı her filmde olduğu gibi görsel olarak yine etkileyici bir iş çıkarıyor. Görüntü yönetmenleriyle kurduğu görsel atmosferlerle 1980’lerin en ilham verici sinemacılarından olan Scott, görüntü yönetmeni Dariusz Wolski ile ‘Son Düello’da dış mekânlarda metalik gri ağırlıklı, kasvetli bir kış atmosferi kuruyor. İç mekânlarda ise şömine ve mum gibi ışık kaynaklarına bağlı gerçekçi bir karanlığı tercih ediyor. Her Scott filminde olduğu gibi özellikle geniş açılı genel planlarda alan derinliğini çok özenli kullanıyor ve arka fondaki ayrıntı zenginliğini ihmal etmiyor.
Üç ayrı epizottaki nüansları incelikle yorumlayan Jodie Comer başta olmak üzere oyuncuların filme katkısı büyük. Adam Driver ve Ben Affleck üstlerine düşeni başarıyla yapıyorlar ama Matt Damon’ı biraz ayrı bir yere koymaktan yanayım. Carrouges’a gerçekçi ve akılda kalıcı bir yorum getirdiğini düşünüyorum. Ayrıca, Sean Connery’nin ‘Zardoz’daki kostümü gibi, Matt Damon ve Ben Affleck’in bu filmdeki saç modellerinin de öyle kolay kolay unutulmayacağı, hep gülerek hatırlanacağı kesin.
Son olarak, filmin 2 saat 32 dakika olmasından hiç çekinmemenizi, kendi adıma senaryo ve yönetmenliğin etkisiyle bu süreyi hissetmediğimi belirtmek isterim.
7.5/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce