Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Hayatını Avustralya’da sürdüren Yeni Zelandalı usta yönetmen Jane Campion, ABD’li yazar Thomas Savage’ın 1967’de yayımlanan aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı ‘The Power of Dog’da, 1920’lerin ortasında Montana’da geçen bir hikâye anlatıyor. Campion, roman tekniğini hatırlatan bir uygulamayla filmini 5 bölüme ayırıyor. İlk bölümde, büyük çiftlik sahibi iki erkek kardeşle tanışıyoruz. Yeterince büyük bir evde aynı odada, iki çocuk gibi aynı yatakta uyuduklarını görüyoruz. George Burbank (Jesse Plemons), az konuşan, sessiz, sakin biri olarak çıkıyor karşımıza. Üstüne başına özen gösteren, düzenli olarak yıkanmayı ihmal etmeyen George’un sadece bir kovboy olarak kalmaya niyeti olmadığını hemen hissediyoruz. Baskın kişiliğe sahip, ağzı çok laf yapan ve kötü kokmaktan hiç rahatsız olmayan abisi Phil (Benedict Cumberbatch) ise onun aksine ‘kovboyluğa, erkekliğe sevdalı’ biri.

Jane Campion’un film boyunca Phil karakteri üzerinden bir erkeğin ‘erkekliğe âşık olma halleri’ni incelediğini ve kadın düşmanlığının anatomisini çıkarmak istediği söylenebilir. Filmin alıştığımız anlamda bir ana karakteri yok belki ama Phil’in her şeyin merkezinde yer aldığı kesin. İlk bölümde, özellikle restoran sahnesinde tipik ‘kötü adam’ olarak karşımıza geliyor Phil. Öyle ki, bütün film boyunca ona ve kötülüklerine nasıl katlanacağız, diye sıkıntıyla iç geçirmeniz mümkün.

George’un Phil’in karşı çıkmasına rağmen evlendiği Rose’un (Kirsten Dunst) kötülük karşısındaki kırılgan ve zayıf halleri, bir ‘maço canavar ve kadın kurbanı’ öyküsünün içine düştüğümüzü bile düşündürüyor. Aslında üçüncü bölümün başına kadar da aynı minval üzere gelişiyor film. Ama George ve Rose’un eve gelip odalarını ayırdıkları gece, Phil’in yüzünde beliren acı ve endişe ifadesiyle birlikte Campion filmi çok daha başka sulara doğru sürüklemeye başlıyor.

Phil, hiçbir şey yapmadan sadece varlığıyla dahi Rose’u ağır bir depresyona sürükleyerek filmin zorba kovboyluğu görevini sürdürüyor kuşkusuz; ama tuhaf alışkanlıkları, gizli hayatı ve asıl önemlisi yavaş yavaş ortaya çıkan geçmiş hikâyesiyle giderek daha ilgi çekici bir karakter haline geliyor. Özellikle George’un evde verdiği küçük davetin öncesi ve sonrasında kafamız karışıyor. Bölgenin valisini evlerine davet edecek kadar nüfuzlu, güçlü bir aile olmaları kadar anne - babanın burjuva kültüründen geldiğini de görüyoruz bu sahnede. Böylelikle, George’un neden kardeşinden o kadar farklı olduğu ve kovboyluktan ziyade burjuva kültürüne meylettiği, eve niye piyano getirdiği netleşiyor. Dolayısıyla, abisi Phil’in tercihleri daha çok bulandırıyor zihnimizi.

Phil’in neden eğitimli bir burjuva olmak yerine kaba saba bir dağ adamı olmak için yanıp tutuştuğu sorusuna filmin net bir yanıtı yok. Ama aile içindeki sevgisizliği, soğukluğu ve Phil’deki bastırılmış arzuları sezmemek mümkün değil. Erkeklik kültürünün, onun için güvenli bir sığınak veya içgüdülerinin dayattığı gerçeklerden kaçış olduğu öylesine âşikar ki... Sonuçta, Campion üçüncü bölümle birlikte Phil’in zayıf yanlarını, zaaflarını bize hissettirdikçe, onun korkulacak bir canavar değil, ruhundaki boşluğu nasıl dolduracağını bilmeyen yolunu şaşırmış biri olduğunu anlıyoruz. Buna karşılık, film ilerledikçe, kadın düşmanlığından kurtulmasının çok zor olduğunu da hissediyoruz. Campion’u romana çeken asıl meselenin tam da bu olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü Phil’de iflah olması çok güç, nerdeyse rafine halde kendini gösteren bir kadın düşmanlığı var.

Phil’in kadın düşmanlığını daha iyi analiz etmek için Rose’un oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) ile kurduğu ilişkiye de bakmamız gerekiyor. Phil’in, eve gelmeden çok önce annesinin restoranında Peter’a zorbalık yapmasıyla kötü bir yerden başlıyor bu ilişki… Babası gibi tıp eğitimi alan Peter’ın yaz tatili için eve gelmesinden bir süre sonra ise işin rengi değişiyor. Phil, onu kovboy yapmak için harekete geçiyor. Üstelik, otoriter bir tavırla değil sevgiyle yaklaşıyor ona. Peter da ondan kaçmıyor. Ata binmesini, hayvan derisinden halat örmesini öğreniyor. İlişkileri hiç kötü gitmiyor. Hatta Phil’in olumlu anlamda bir karakter değişiminin eşiğinde olup olmadığı sorusu dahi aklımızdan şöyle bir geçiyor.

Ne var ki, tüm bu yakınlaşma sürecinde Phil’in kendi tanımı dışındaki erkekliğin farklı hallerine pek tahammülü olmadığını; özellikle de kadınların yetiştirdiği kibar, eğitimli, duyarlı erkeklerin onu rahatsız ettiğini anlıyoruz. Yıllar önce idolü olan Bronco Henry adlı kişi onu nasıl sert bir kovboy haline getirdiyse o da Peter’ı kendisine benzetmek istiyor. Kadınlığı sadece erkek doğasının düşmanı olarak görmüyor. Kadın düşmanlığıyla yoğrulmuş ve dünyaya yol göstermiş birçok eski uygarlıkta olduğu gibi kadına ev dışında alan tanımayan erkeklik kültürünü, gelişmişliğin tek hali olarak görüyor. Ne var ki, dünyanın istediği yöne gitmediğinin farkında. O yüzden, söz ne zaman Rose’a gelse, kardeşini kadınlara kaptırmış olmanın öfkesini hissediyoruz onda. Kuşkusuz, daha derinde kendini homofobiyle yansıtan bastırılmış bir eşcinsellik de var ama kadın düşmanlığı onun için her şeyin önüne geçmiş durumda. O yüzden evdeki yegâne hedefinin Rose olduğunu anlamak zor değil.

Rose ise Phil’in psikolojik zorbalığına teslim olmuş görünerek bizi şaşırtıyor, üzüyor. Ama öyle bir an geliyor ki direnç göstermeyi zihninden atmadığını anlıyoruz. Fiziksel olarak kendini hiç iyi hissetmediği, zayıf ve çaresiz göründüğü bir anda Phil’in eril iktidarına baş kaldırması, kuşkusuz çok anlamlı. Belli ki Campion bunun Rose için bir varoluş mücadelesi olduğunun altını çiziyor. Phil’e ‘isyan ederken’ Amerikan yerlileriyle yaptığı dolaylı iş birliğini ve onlardan aldığı hediye eldiveni unutmamak gerek. Ayrıca, final itibarıyla eldiven takmak ya da takmamak, hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi de ifade ediyor filmde.

Jane Campion imzalı uyarlama senaryonun yenilikçi ve şaşırtıcı yanı, ana karakterin film boyunca bir yan karakter olarak görünmesi, hatta bir ara uzun süre ortadan kaybolması… Ama Campion’un bizi aldatmak gibi bir derdi yok. Tam aksine, filmin daha ilk sahnesinde iç sesinden ana karakteri ve onun hayattaki hedefini, arzusunu net şekilde ortaya koyuyor. Sadece ilk bölümden itibaren dikkatimizi başka yerlere çekiyor, öykünün nereye doğru gittiğini belli etmiyor. Özellikle beşinci bölümle birlikte seyircinin beklentileriyle oynuyor. Phil ile Peter’ın giderek birbirlerine yaklaştığı o süreçte, bizi sürekli öykünün hangi yöne gideceği üzerine düşündürüyor. Karakter olarak Phil’le duygu birliği kurmamız, dünyaya onun gözünden bakmamız için elinden geleni yapıyor. Yine de finali tahmin etmek çok kolay değil… Öyle bir final ki, birkaç dakika boyunca her şeyi baştan düşünmek zorunda hissediyorsunuz.

Phil karşısında her haliyle alternatif bir erkekliği temsil eden Peter’ın anahtar bir karakter olduğu kesin. Tuzakla yakaladığı tavşanı ve tavşanı beslemek için odasına gelen hizmetçi kızın (Thomasin McKenzie) masasını görünce yaşadığı şoku film bittikten sonra bir kez daha hatırlamakta fayda var. Peter’ın, Phil’in gizli dünyasını keşfettiği sahneler için de aynısı geçerli.

‘The Power of Dog’a bir anti-western demek mümkün. İlk bakışta Montana’da bir sığır çiftliğinde geçmesi, kovboyları, yani sığır çobanlarını anlatması dışında westernle bir akrabalığı yok gibi görünebilir. Ama özellikle alt metinlerde westernin gözde temalarından biri olan ‘uygarlık – vahşi hayat’ çatışmasını görmek mümkün. Phil ile George’un çatışmasında bunu hemen görüyoruz. Birisi evini ve tüm hayatını western müzesine çevirmeye çalışırken diğeri otomobil kullanıyor ve burjuva kültürünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyor. Biri evindeki küvetinde, diğeri sabun yerine çamur kullanıp nehirde yıkanıyor.

Özellikle revizyonist westernlerin çekildiği 1960’lar ve 1970’lerde birçok yönetmenin uygarlığın dışında kalan eski usul kovboylara yaktığı ağıtları unutmamak gerek. Sistemle olan çatışması, burjuva kültürüne direnmesi ile Phil onların kopyası gibi… Tıpkı onlar gibi Phil de kovboyluğa, yani erkeklik kültürüne bağlı. Aslına bakarsanız, o dönemin çok sevdiğimiz ‘iyi kalpli kovboyları’ndan tek farkı kadın düşmanlığı… Belli ki Jane Campion’un derdi tam da burada netleşiyor. ‘Kadın düşmanlığı’ ile ‘erkeklik kültürüne sevdalı kovboylar’ arasındaki ilişkiler üzerine yeniden düşünmemizi istiyor.

Campion’un görsel açıdan da western janrının peşine takılıp gittiği söylenemez. Hikâyenin kendi gerçekliği içinde westerne dair ne varsa hepsini gösteriyor: Uçsuz bucaksız geniş düzlükler, dağ manzaraları, sığırların yayıldığı alanlar ve atlar… Buna karşılık, silahlar veya klişe bir western barı yok.

Campion ile görüntü yönetmeni Ari Wegner, Yeni Zelanda’da çektikleri filmde western ışığı ve renklerinden ziyade yer yer Terence Malick’in ‘The Days of Heaven’ filmini akla getiren daha gerçekçi ve şiirsel bir tarzın peşine düşüyorlar. İç mekânlarda ise karanlıktan pek kaçmıyorlar. Campion’ın geniş açılı lensler ve genel ölçekli planlar kullandığı evin karanlığı ile Phil’in marazi ruhu arasında kuşkusuz bir bağ var. Rose’u nerdeyse zehirleyen bir karanlık bu…

Jonny Greenwood’un yaylı çalgılar ağırlıklı müziğinin de açıkçası westernle pek ilgisi olduğu söylenemez. Campion, Greenwood’un müziği eşliğinde telaşsız, sakin bir kurgu kullanarak, doğa manzaralarının tadını çıkaran geniş perde kadrajlara imza atıyor. Ustalık dolu, sağlam ve keyif veren bir anlatım bu…

Benedict Cumberbatch’in yorumuyla Phil Burbank’in, ‘There Will Be Blood’ın ana karakteri Daniel Plainview gibi uzun vadede unutulmaz Amerikan anti-kahramanlarından biri olacağını düşünüyorum. Karakterin sert ve kötü görüntüsünün altındaki kırılganlığı, öfkeyi, zayıflığı ve bastırılmış cinselliği Cumberbatch gerçekten mükemmel yorumluyor. Özellikle Phil ve Peter arasında geçen sahnelerde Campion mükemmel anlar yakalıyor, karakterlerin içindeki gerilimi sezmemizi sağlıyor. Yeri gelmişken, genç oyuncu Kodi-Smit McPhee’nin son derece sade tarzla çok etkili bir sonuca ulaştığını söylememiz gerek. Son olarak, Kirsten Dunst ve Jesse Plemons’un da çok iyi performanslar çıkardığını ekleyelim.

Jane Campion deyince aklıma önce birbirinden iyi iki film gelirdi: ‘The Piano’ (1993) ve ‘Bright Star’ (2009)… Şimdi onlara ‘The Power of the Dog’ da eklendi. Yılın en iyi filmlerinden biri olacağı ve Oscar’lar başta olmak üzere ödül sezonunda adından çok söz ettireceği kesin. Yarından itibaren Netflix’te seyredebilirsiniz.

8/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar