'Yakın plan'dan ruh halleri
Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlanan ‘Karanlık Kız’ (The Lost Daughter), farklı hikâye anlatımıyla dikkat çeken filmlerden… Bir ilk film olmasına rağmen yönetmen Maggie Gyllenhaal’un riske girmekten çekinmediği belli. Aslına bakarsanız, anlatım kadar uyarladığı romanın da sinema için riskli olduğu söylenebilir. Sonuçta, hikâyeden ziyade ana karakterin iç dünyasında olup bitenlerin öne çıktığı bir film seyrediyoruz. Öyle ki, bir hikâye örgüsünden söz etmek bile zor. ‘Karanlık Kız’, ruh halleri üzerine bir film…
Edebiyat profesörü Leda (Olivia Colman), tatilini geçirmek üzere yazlık ev kiraladığı Yunan adasına gelir. Tek başınadır. Anahtarı ve evi kendine teslim eden Amerikalı Lyle (Ed Harris) ve gittiği plajda çalışan üniversiteli genç Will (Paul Mescal) ona yakın davranır; her konuda yardımcı olacaklarını söylerler. Leda plajda güneşlenir, denize girer ve defterini kitabını açıp çalışır. Oraya kafa dinlemeye geldiğini ve yalnız olmaktan şikayetçi olmadığını hissederiz. Ama nerdeyse her yaş grubundan insanın olduğu, kalabalık ve gürültücü Amerikalı ailenin gelmesiyle plaj sakin bir yer olmaktan çıkar. Leda’nın suratı asılsa da aileyi gözlemlemeye başlar.
O ana kadar el kamerasını yakın planlarla sadece Leda’ya odaklayan; geldiği tatil yerinin, kaldığı evin görüntülerini genel planlarda bize göstermeyen ve bakış açımızı kısıtlayan yönetmen Maggie Gyllenhaal, ailenin plaja gelmesiyle ilk kez dış dünyaya çeker dikkatimizi ve genel planlara geçer. Leda’nın gözünden aileyi izlemeye başlarız.
Leda, kalabalık grupta önce hamile Callie’ye (Dagmara Dominczyk) odaklanır. Gelir gelmez plaja sahiplenen, ilgi merkezi olmayı seven Callie, herkesin dikkatini çekecek bir karakterdir. Bir süre sonra, Leda’nın Callie’nin aksine sessiz biri olan genç anne Nina’yı (Dakota Johnson) izlediğini görürüz. Öyle ki, Nina ve küçük kızı arasındaki ilişkiyi nerdeyse kamera gibi takip eder.
Gyllenhaal, başkalarıyla uzun süreli olarak paylaşılan plaj gibi kalabalık mekânlarda gözlerin kameraya, kulakların ise mikrofona dönüşebilmesinden hareket ediyor. Bu arada, sık sık kamerasını çevirdiği Leda’nın, Nina ve kızı arasındaki ilişkiden etkilendiğini de gösteriyor bize. Gördüğü şeylerin ona kendi hayatından bir şeyler hatırlattığını sezmemek mümkün değil. Bir noktadan sonra, beklediğimiz oluyor ve film bizi Leda’nın geçmişine götürüyor.
Geçmişte geçen sahnelerde Leda (Jessie Buckley), sürekli ilgi bekleyen iki kız çocuğuna annelik yaparken aklı akademik dünyada kalan genç bir kadın olarak çıkıyor karşımıza.
En başta belirttiğim gibi anlatım riskli; çünkü Gyllenhaal geçmişte geçen sahnelerde de aynı anlatımda ısrar ediyor. Görüntü yönetmeni Hélène Louvart, geçmiş ve şimdiki zamanı ayıran bir renk paleti kuruyor ama kamera tekniği çok farklı değil. Gyllenhaal, Leda’yı takip ederken yine yakın planları tercih ediyor ve dış dünyayı onun gözünden görmemizi sağlıyor. Böylece sadece Leda’nın duyusal ve duygusal deneyimlerine odaklanan bir film seyrediyoruz. Kamera film boyunca her şeyi bilen, nasıl hikâye anlatacağını bilen bir gözlemciye dönüşmüyor asla. Romandaki ‘üçüncü tekil şahıs anlatımı’nda karşımıza çıkan o ‘her şeyi bilen anlatıcı’ veya ‘Tanrısal bakış açısı’ yok burada. Onun yerine Leda’ya ve onun için önemli olan detaylara odaklanan bir kamera var.
Sözgelimi, açılış sahnesinde Leda’yı sadece otomobilin içinde görüyoruz. Kamera otomobilin dışına çıkmıyor. Yazlık sinema sahnesinde ise önce Leda’yı, sonra içeri giren gürültücü ve saygısız gençleri görüyoruz. Mekânda başka insanlar olduğunu, ancak Leda onlara baktığında fark ediyoruz.
Ana akım film gramerine alışmış seyirciye ters gelebilecek bir tercih bu… Gyllenhaal’un amacı, belli ki kendine özgü bir ‘birinci tekil şahıs’ anlatımı yakalamak ve bunu hem geçmişte hem şimdiki zamanda sürdürmek... Yakın plan ve dar formatın birleştiği, bakış açımızı kasten kısıtlayan ve ruh hallerine odaklanan bir anlatım yakalamak…
Ayrıca seyirci olarak sürekli zihnimizi aktif tutmamızı ve özellikle genç Leda’nın hikâyesindeki boşlukları doldurmamızı da istiyor.
Genç Leda’nın hikâyesine baktığımızda, sadece ‘annelik ve kariyer çelişkisi’ ya da sorumluluk duygusu üzerine bir film seyretmiyoruz. Leda’nın özgürlüğe özlem duyduğunu hissediyoruz. Karşı çıkmasına rağmen eşinin eve davet ettiği, sırt çantalarıyla dünyayı dolaşan çift, anahtar bir nitelik taşıyor Leda için. Çözülmesi çok güç bir özgürlük problemi bekliyor onu… Leda, şiirle, felsefeyle ilgilenen, hayat üzerine derin düşünebilen donanımlı ve özel bir karakter. ‘Kariyer’ onun için tutkuyla bağlı olduğu duygusal ve entelektüel bir arayış aslında…
Öte yandan, Leda’nın ayrıntılı kişilik analizini yapmak gibi bir niyeti yok filmin. Ayrıca, Leda özdeşleşmesi zor biri. Sözgelimi, Lyle ile vakit geçirdiği sahnelerde aklında geçenleri anlamak kolay değil. Çelişkilerle dolu… Ayrıca her davranışını onaylayamıyoruz. Davranışlarının nedenlerini kendisinin de tam olarak bildiği söylenemez. Birçok sahnede içgüdüsel davranıyor. Mesela, Nina’nın kızının bebeğini çalıp saklaması... Gyllenhaal da yönetmen olarak Leda’nın tüm davranışlarının nedenini biliyormuş gibi yapmıyor. Sadece geçmişte ve şimdiki zamandaki davranışlarının sonuçlarını; çektiği acıların derinliğini ve çaresiz kaldığı anları gösteriyor.
Filmin asıl meselesinin, Leda açısından ‘bilmemek’ olduğunu düşünüyorum. Belki tam da bu nedenle, her şeye hâkim bir kamera kullanımından kaçınıyor Gyllenhaal ve yine aynı nedenle alışılagelmiş bir hikâye anlatıcısı olmayı reddediyor. İnsan ruhunu çözüp anlama iddiasından kaçınıyor; bunun yerine, ipuçlarını verip kararı bize bırakıyor. Ana akım sinemanın tam zıttı bir yaklaşım bu… Hikâye işte tam da bu nedenle riskli. Çünkü final dahil net bir sonuca varmıyoruz, sadece Leda’nın ruh hallerini gözlüyoruz. Ama acıyı, öfkeyi onunla birlikte hissediyoruz.
Hikâyenin özgün yanlarından biri, entelektüel Leda’nın farklı bir kültürden gelen Nina üzerinden kendi geçmiş acılarıyla yüzleşmesi... Beklenen yaklaşım Leda’nın kendine benzeyen, sözgelimi entelektüel veya sanatçı bir genç kadın üzerinden geçmişle hesaplaşması olabilirdi. Ama Leda zaten hesaplaşmadan ziyade acıları yeniden yaşıyor. Callie, ona hediyelik eşya dükkânında kızları ve anneliğine dair sorular sorduğunda Leda’nın kendini sıkışmış hissetmesi, her şeyi açıklıyor. Aklî değil duygusal bir durum var. İşte o noktada, kadınlık en önemli ortak nokta. Leda, Nina’nın çektiği sıkıntıları hissediyor. Hiç tanımadığı halde onunla empati kuruyor. Gyllenhaal’un en önemli derdi zaten bu değil mi? Sonuçta ikisinin empati kurmaları ama bunun kimsenin işine yaramaması…
Filmde üstünde durulacak başka noktalar da var. Leda’nın ismini aldığı W. B. Yeats’in ‘Leda and the Swan’ şiiri ve Peter Sarsgaard’ın oynadığı Profesör Hardy karakterinin toplantıda yaptığı konuşmalar, daha farklı okumaları teşvik ediyor.
‘Karanlık Kız’ın seyri çok keyifli bir film olduğunu iddia edemem. Gyllenhaal, Dickon Hinchliffe’in bizi biraz olsun ferahlatan melodik müziği dışında kasvetli ve ağır bir film koyuyor ortaya. Buna karşılık, Olivia Colman ve ‘I’m Thinking of Endings’den hatırladığımız Jessie Buckley başta olmak üzere oyunculuğun film boyunca en etkileyici ve keyif verici anlatım öğesi olduğunu söyleyebilirim. Leda’nın aksine daha çok genel planlarda gördüğümüz Dakota Johnson da üstüne düşeni yapıyor.
Gyllenhaal bundan sonra ilgiyle takip edeceğim bir yönetmen. Sinema dilleri çok farklı olmasına rağmen insan ruhunu inceleme ısrarı açısından modern sinemanın öncülerinden İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ı hatırlattı bana. Öte yandan, bilgiçliği reddeden ve seyirciye geniş bir düşünme alanı açan tavrıyla Jane Campion sinemasını da getirdi aklıma.
7/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce