Sınıf ilişkileri üzerine…
Sınıfsal farklılıkların aşılabilirliği ya da aşılamazlığı üzerine düşünmek isteyenlere herhalde ilk önereceğim filmlerden biri olur geçtiğimiz cuma günü Başka Sinema kapsamında gösterime giren ‘Ayrı Dünyalar’ (Ouistreham)…
Filme temel olan kitap için çalışmaya başladığında, Fransız yazar Florence Aubenas’ın belki böyle bir amacı yoktu. Kaldı ki, bir araştırmacı gazetecilik kitabında girdiğiniz yolların sizi nereye götüreceğini kestirmeniz zordur. Sonuçta bir hedefiniz vardır ama belirleyici olan sürecin kendisidir. Aubenas’ın hedefine ulaştığı kesin ama yaşadığı deneyimin yan etkilerini önceden tahmin etmesi herhalde kolay değildi.
‘Ayrı Dünyalar’, Florence Aubenas’ın 2010’da yayımlanan ‘Le Quai de Ouistreham’ adlı kitabı yazma sürecini konu alan bir film. Aubenas’ı temsil eden yazar Marianne Winckler (Juliette Binoche), tüm dünyayı etkisi altına alan Finansal Kriz sonrasında iş arayan ve zor durumda hayatını sürdüren insanların yaşadıkları deneyimlere odaklanan bir kitap yazmak istiyor. Sosyal adaletsizlik ve alt sınıfların geçim sıkıntısı dahil birçok konuda yapılan politik yorumları, teorileri dinlemek veya sayısal verilerden yola çıkmak yerine, yaşam pratiğini görmeyi, gerçekliğin içinde olmayı tercih ediyor.
Üst sınıfların, elitlerin oturdukları yerden hiç durmaksızın alt sınıflar üzerine ahkam kestiği; bazen suçladığı bazen küçümsediği bir dünya için bana sorarsanız çok anlamlı çaba… Filmin değeri de bu çabadan geliyor.
‘Ayrı Dünyalar’, Marianne’in iş aramasıyla birlikte ritmini hemen bulan akıcı bir film. Biz de onunla birlikte hiç oyalanmadan temizlik işçilerinin dünyasını keşfetmeye başlıyoruz.
Marianne Winckler’i, Fransa’nın kuzeyinde kendisini hiç kimsenin tanımadığı bir bölgede iş ararken tanıyoruz önce. Haliyle gerçek kimliğini saklıyor. Herkese eşinin kendisini terk ettiğini, işe ihtiyacı olduğunu söylüyor. Filmin ilk bölümünde gittiği kurumda hikâyesini anlatıp daha önce hiçbir iş tecrübesi olmadığını belirttiğinde, ancak temizlik işi bulabileceği öğreniyor. Şüphesiz, onun için sürpriz olmuyor. Serüveninin kadrosuz temizlik işçisi olarak süreceğini öngörmesi açıkçası pek zor değil. Ama temizlik işçisi olmak için iyi bir CV hazırlaması; iş görüşmelerinde pozitif davranması gerektiğini öğrenince biraz şaşırıyor. Dahası, özel aracı olanların temizlik işinde daha avantajlı olduğunu söylüyorlar ona. Çünkü gitmesi gereken bazı işlerde mesai, toplu ulaşımın olmadığı saatlerde başlayabiliyor. Oryantasyon eğitiminde öğrendiği ilk şey ise kendisini görmezden gelen müşteriye iyi davranma zorunluluğu oluyor.
Kabul edildiği ilk işinde, müşterinin her koşulda haklı çıktığını; kendini savunmasının bile kovulma nedeni olduğunu anlamakta gecikmiyor. Üstelik sorun, istenen iş için yeterli süre verilmemesinden kaynaklanıyor. Seyirci olarak onunla özdeşleşiyor ve o kadar kısa sürede müşteri memnuniyetine ulaşmasının zor olduğunu görüyoruz. Kaldı ki, yaptıkları iş de hiç kolay değil. Müşterinin aldığı temizlik hizmetine, aracı ajansların ise müşteri memnuniyetine odaklandığı bir iş kolunda tecrübesiz Marianne, ne yapacağını düşünürken imdadına yeni tanıştığı arkadaşları yetişiyor.
Tam da burada, Marianne’in iş aradığı günlerden itibaren dolaştığı çevrelerde çok insan tanımaya ve sosyalleşmeye özen gösterdiğini söylememiz gerekiyor. Başlangıçta, daha fazla insan tanımak ve hikâye biriktirmek için yaptığını anlıyoruz. Ama kısa sürede alt sınıflar arasında ‘altta kalanın canı çıksın’ yaklaşımı olmadığını görüyor, iyi ve yardımsever arkadaşlar ediniyor. Hatta ancak onlar sayesinde işini sürdürebiliyor.
İlk günden itibaren tanıdığı ve bir çeşit kader birliği yaptığı üç çocuk annesi Christèle’in (Hélène Lambert), yazmak istediği kitabın merkezi haline gelmesiyle film, Marianne’in de öngöremediği başka bir yere doğru gidiyor. Temizlik iş kolunun en zor ‘saha’sı olarak gösterilen feribotlarda birlikte çalıştığı Christèle ile yakınlaşıyor Marianne. Üstelik arkadaşlığı o ilerletiyor ve Christèle’in kabuğunu kırıp ilişkiyi özelleştiriyor.
Yaptığının çok doğru olmadığını ne yazık ki biraz geç keşfediyor ve ahlaki açıdan acı verici bir çıkmazın içinde buluyor kendini. Tek sorun, Marianne’in temizlik işçilerinin dünyasında bir tür ‘turist’ veya seyahat yazarı gibi bulunması değil. Sonuçta, Christèle’i rahatsız etmeyecek bir amacı var. Belki birlikte çalıştığı birçok temizlik işçisi Marianne’i affedebilir. Ama Christèle ile aralarındaki bağ, öylesine bir yalanı kaldıracak cinsten değil. Christèle’in, ilk baştan beri eşiti olarak gördüğü ve bir süre sonra yakın arkadaşı kabul ettiği Marianne’in asla eşiti ve gerçek arkadaşı olamayacağını anlayınca nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyoruz.
Florence Aubenas’ın gerçek hayattaki tecrübeleri ne olursa olsun, ‘Ayrı Dünyalar’ın çok iyi yazılmış anlamlı bir finali olduğunu düşünüyorum. Burada sadece Christèle’in sonuna kadar haklı olması önemli değil. Asıl önemli olan, Christèle ile Marianne arasındaki aşılamaz sınıf farkına yapılan vurgu. Christèle açısından, aralarındaki arkadaşlığı derinleştiren asıl unsurun sınıfsal dayanışma ve eşitlik olduğunu düşündüğümüzde, kendini aldatılmış gibi hissetmesi o kadar normal ki… İşte bu yüzden, ‘Ayrı Dünyalar’ın sınıf ilişkileri üzerine çekilmiş kalburüstü ve kendi adıma unutulmayacak filmlerden biri olduğunu düşünüyorum.
Filmin sevdiğim yanlarından biri Christèle ile başlayıp yine onunla bitmesi oldu… Kuşkusuz senaryo tekniği anlamında öykünün ana karakteri Marianne; ama senaryoyu Hélène Devynck ile yazan yönetmen Emmanuel Carrère, filmi Christèle’in öfkeli yürüyüşüyle açıp, otobüsün içindeki suskun, kırgın ama kendinden emin görüntüsüyle sona erdiriyor. Böylece Marianne’in ‘filmin geçtiği dünya’da gelip geçici olduğunu, asıl kahramanın ise Christèle olduğunun altını çizmiş oluyor. Filmde Marianne’in önceki yazarlık hayatından hiç söz edilmemesi de anlamlı. Final hariç Marianne’i kendi sınıfı ve gerçek kimliği içinde gördüğümüz tek bir sahne var. O da feribotta geçiyor ve hikâyenin kırılma noktasını işaret ediyor. O sahne, alt ve üst sınıfların yaşam alanları arasında çok fazla geçişkenlik olmadığını da yüzümüze vuruyor.
2005’te kendi romanından uyarladığı ‘Bıyık’ (La moustache) ile dikkat çeken Emmanuel Carrère, ‘Ayrı Dünyalar’da sadece öyküye odaklanmamızı sağlayan, süslerden ve her tür stil gösterisinden uzak bir anlatım tutturuyor. Görüntü yönetmeni Patrick Blossier ile birlikte 2.39:1 ölçüsündeki geniş perde formatını şık görüntüler için değil, Marianne’in yaşadığı çevreyi daha iyi betimlemek için kullanıyor. Formatın genişliğine rağmen ‘dar ve sıkışık mekânlarda geçen film’ duygusunu hiç kaybettirmiyor. Özellikle feribottaki temizlik sahnelerinde teknik olarak iyi iş çıkardığını düşünüyorum. Anaakım estetiğinde bu tür dar mekânlarda yönetmenler genellikle geniş açıları tercih ederek ortamı ferahlatırlar. Carrère ise ısrarla mekânın darlığına vurgu yapan kamera açıları ve objektifleri tercih ediyor. Buna karşılık, üç işçi feribotta üst sınıfların yaşam alanına adım attığında daha ferah çerçevelere geçiyor.
Marianne’in Christèle’in yanında feribotta çalışmaya başlamasıyla birlikte filmin her anlamda ayrı bir düzeye geçtiğini düşünüyorum. Feribot, sınıf ilişkileri üzerine mükemmel ve çarpıcı bir metafora dönüşüyor. Yolcuların geride bıraktığı odalara temizlik işçilerinin gözünden bakmamız mesela… Bir yanda, 1.5 dakika içinde yataktaki çarşaf, yastık yüzü ve nevresimi değiştirmesi gereken işçiler; diğer yanda onların varlığından habersiz yolcular… Yönetmen Carrère, işçilerle yolcuları aynı dünyada var olsalar dahi ‘paralel evrenler’de yaşayan insanlar gibi tasvir ediyor sanki. Yani, dünyalarını keskin şekilde ayırıyor. O yüzden Marianne, Christèle ve Marilou’nun (Léa Carne) feribotta ilk kez yolcularla karşılaştığı sahneler dikkat çekici. O sahnelerde nerdeyse bir anda paralel evrende kısılıp kalmış gibiler. İşte bu yüzden, Christèle’in Marianne’e olan öfkesi ve final, gerçekçi bir işçi sınıfı öyküsü olmanın ötesinde başka bir yere taşıyor filmi. Evet, finalde feribotta çalışanların dediği gibi Marianne’in kitabının temizlik işçilerini görünür kılmak gibi anlamlı bir işlevi hep olacak. Filmi seyredenler onlara karşı duyarlı olacak, etrafı pis bırakmamak için çaba gösterecek. Ama filmin kalbindeki asıl mesele, tabi ki bunlardan ziyade Marianne’in hiç geçmeyecek suçluluk duygusu… Bana sorarsanız o suçluluk duygusunda bu dünyayı değiştirecek potansiyel var ama Marianne gibi hissedecek çok fazla insan yok aramızda.
Yönetmen Carrère, istese Marianne’in yaş günü kutlamasında Christèle’den aldığı hediye kolyeyi duygusal bir uzlaşmanın ve güçlü bir katharsisin aracısı haline getirebilirdi. Ama tam aksine, Marianne’in ömrü boyunca üstünden atamayacağı suçluluk duygusunun simgesine dönüştürüyor. Yeri gelmişken, filmin tek profesyonel oyuncusu Juliette Binoche’un özellikle son bölümlere doğru çok duyarlı ve etkileyici bir performans çıkardığını söylemem gerek. Christèle’i canlandıran Hélène Lambert başta olmak üzere diğer oyuncular da gayet iyiler. Özellikle, Marianne’den kadın olarak hoşlanan Cédric karakterinde Didier Pupin akılda kalıcı bir performans çiziyor.
Son olarak, Mathieu Lamboley imzalı, düşük bütçeli alternatif bilimkurgu filmlerini hatırlatan elektronik müziği sevdiğimi söyleyebilirim. Bu müzik tuhaf şekilde belgesel estetiğiyle kontrast oluşturarak filme farklı bir hava getiriyor.
Özetle, ‘Ayrı Dünyalar’ sevdiğim ve beğendiğim bir film oldu. Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
7.5/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce