Her yer karanlık, çıkış yok
‘Vortex’, Gaspar Noé filmlerinden alışık olmadığımız açılış sahnesiyle şaşırtıyor bizi… Film boyunca adlarını öğrenemeyeceğimiz yaşlı çift, evlerinin terasında romantik bir an paylaşıyor, şaraplarını yudumluyorlar. İkisi de mutlu görünüyor. Kadın ‘Hayat bir rüya’ diyor; adam ise ‘Rüya içinde rüya’ … Sonra eskilerden bir şarkı dinletiyor Gaspar Noé bize. Siyah beyaz bir arşiv görüntüsünde, Françoise Hardy ‘Mon amie la rose’ şarkısını söylüyor. Gerçi ‘solan gül’ üzerinden sözü gençliğin gelip geçiciliğine getiren şarkı, çok hüzünlü ama yine de film boyunca görüp görebileceğimiz en hoş ve yumuşak sahne bu...
Noé, filmin geri kalanında kendimizi iyi hissetmemize asla izin vermiyor. Onu tanıyanlar için kuşkusuz sürpriz değil. Çiftin gece yan yana uyuduğu sahneden itibaren Gaspar Noé ‘fabrika ayarlarına’ geri dönüyor adeta. Karanlık, gerginlik ve huzursuzluk başlıyor. Bu arada, 16mm filmleri hatırlatan nostaljik dar kadraj formatı 1.33:1’i 2.35:1’e genişletiyor, sonra ikiye bölüyor. Finale kadar da ikiye bölünmüş kadrajdan vazgeçmiyor. Amacı her iki karakteri de kendi yalnızlıkları içinde göstermek. Çünkü onlara ‘iki farklı yaşam formu’ olarak bakmaktan yana…
Kaldı ki, daha ilk sahnelerde aynı evin içinde her ikisinin de ‘farklı dünyalar’da yaşadıklarını anlamak mümkün. Gece tek başına uyanan ve kaygılı bakışlarla evin içinde dolaşan kadın (Françoise Lebrun) nerdeyse sürekli arayış içinde. Üstelik ne aradığını bilmiyor. Demans sorunları olduğu kesin ama Noé için kadının arayışı, hafıza kaybının ötesinde hayatın anlamının kaybı gibi görünüyor. Sabah sanki bir amacı varmış gibi evden çıktığında sokaktaki mağazaların rafları arasında dolaşarak ne istediğini bulmaya çalışıyor. Oyuncak mı, yiyecek bir şey mi, yoksa sadece bir çiçek mi? Hayata tutunmak için gerçekten ne istediğini hatırlamaya gayret ediyor ama çabası boşuna çıkıyor. Noé, belli ki demanstan ziyade bu nafile arayışı vurgulamak istiyor. Kadının, emekli psikiyatrist olduğunu anladığımızda, Noé’nin acımasız ironik yaklaşımıyla bir kez daha karşılaşıyoruz.
Erkeğin (Dario Argento) hafıza sorunları yok belki. Gerçi çok iyi görünmüyor ama en azından kadın gibi anlam arayışı içinde olmadığı belli. Uyanır uyanmaz daktilosunun başına geçiyor ve yeni kitabı için tuşlara vurmaya başlıyor. Rüya ve sinema ilişkisi üzerine yazıyor. Edgar Allan Poe’nun hayatı ‘rüya içinde rüya’ya benzetmesini yeni keşfetmişe ve bu fikirden çok etkilenmişe benziyor. Hayatla fiziksel bağlarının kopmasına yakın bir dönemde her şeyin bir rüya olduğuna inanmak istemesi olağan geliyor bize. Rüyaların hiç bitmesini istemediği belli… Öte yandan, rüya – sinema ilişkisi üzerine yapılan bu ısrarlı vurgu filmin bir kâbus gibi tasarlandığını da akla getiriyor.
Tek çocuk olan oğulları (Alex Lutz) ziyarete geldiğinde, yaşlı çift için uzun süredir hiçbir şeyin iyiye gitmediğini daha iyi anlıyoruz. Açılış sahnesindeki o sevgi dolu huzuru kaybettikleri açık. Erkek belki biraz daha iyi ama eşine ve kendine iyi bakamadığı ortada. Daha kötüsü, bu gerçeği kabullenmek istemiyor.
Kadın, oğluna ‘evdeki o adam’ın kim olduğunu soruyor eşini göstererek. Oğlunu sevdiğini hissediyoruz ama kocasına artık bir yabancı gibi. Ani hafıza kayıplarının ardından eşini hatırladığında ise onun varlığından sıkıldığını saklamıyor; yazmak için gösterdiği çabayı anlamsız buluyor. Evi düzenlemek, eşinin ortaya saçtığı kağıtları çöpe atmak istiyor. Erkeğin ise telefonda sürekli Claire diye bir kadına ulaşmaya çalıştığını, ona romantik mesajlar bıraktığını görüyoruz. Dolayısıyla, artık bir aşktan söz etmek zor.
Kadınla erkeğin arasındaki uyumsuzluğa baktığımızda ‘Vortex’, Michael Haneke’nin ‘Aşk’ (Amour - 2012) filminin anti tezi olmaya çok yaklaşıyor. Hatırlarsak, Haneke’nin filminde, erkek kadına âşıktır. Ona büyük özenle bakar, her şeyiyle ilgilenir. Artık bütün hayatı odur. Aralarındaki sevgi ve saygı hayranlık uyandırıcıdır. Noé’nin filminde ise yaşlılık ve hastalık karşısında sevgi ve bağlılığın çok güvenilir değerler olmadığını görüyoruz. Özetle, Haneke’nin filmindeki gibi saygı uyandıran bir aşk, sevgi, bağlılık yok. Tam tersine, hastalıklar ve yaşlılığın getirdiği ağır, boğucu bir çaresizlik var.
Noé, şaşırtıcı olmayan şekilde seyirciyi biraz olsun ferahlatabilecek her şeyden uzak duruyor. Çıkışı olmayan bir kâbusa benziyor film. Sözgelimi, oğulları geldiğinde onlara sahip çıkan biri olması, bizi biraz olsun rahatlatıyor. Fakat dakikalar ilerledikçe oğullarının durumunun da çok parlak olmadığını anlıyoruz. Kendisi madde bağımlılığıyla savaşan, babasından borç isteyen, oğluna bile doğru dürüst bakamayan biri. Biraz umut kırıntısı biraz hayat enerjisi bulmak için yönetmenin 4 kişilik küçük ailede isim verdiği tek karakter olan küçük torun Kiki’ye (Kylian Dheret) bakıyoruz. Ne yazık ki, onun da içimizi aydınlattığı söylenemez. Annesi hastanede yatan, babası hayata tutunmaya çalışan Kiki, oyuncak arabaları birbirine vurmaktan başka pek bir şey yapmıyor.
Bu arada, oğullarının madde bağımlılığı ile yaşlı anne babanın ilaç kullanımı arasında açık bir bağ kuruyor Noé ve yaşlılığı bir tür madde bağımlılığı olarak gördüğünü ima etmekten çekinmiyor. Filmin hemen başında, televizyon programındaki yorumcuların ölümün artık hastanelerde uzmanlara emanet edildiğini söylemelerini de unutmayalım. Noé, insanın yaşlılığa ve ölüme karşı verdiği savaşın beyhude bir çaba olduğunu söylemeye çalışıyor sanki.
‘Vortex’ yaşlılıktan ziyade hastalık üzerine bir film. ‘Aşk’taki uyumlu ikili hayatlar yerine ‘aynı evde uyumsuz tekil hayatlar’ var. Aynı konu üzerinden çok farklı yerlere varmaya çalışan iki filmin en önemli ortak noktası galiba yaklaşan ölümün kasveti…
Çiftin sabah kalktığında, televizyondaki programda ‘yaşayanların ölen yakınlarıyla kurduğu bağ’dan söz edilmesi tabi ki tesadüf değil. Noé, daha ilk andan ölümü filmin odağına yerleştiriyor. Öte yandan, filmin ölüm korkusunu anlattığı söylenemez. Erkek belli ki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktan yana. Aynı anda iki kadınla ilişki yürütmek istemesi, yazdığı kitabına dört elle sarılması, bakımevinde kalmak istememesi bunun bir kanıtı… Kadın ise korkmaktan ziyade ölümü bir çözüm, kurtuluş olarak görüyor. Aklı başına geldiği anlarda artık kimseye yük olmak istemediğini söylüyor.
Noé’nin geçirdiği beyin kanaması ve Covid 19 hastalığından sonra yazdığı ‘Vortex’, yaşlılık ve ölümün kaçınılmazlığı üzerine bir film. Ama bu konuda yeni ve ilgiye değer bir şey söylediğini iddia edemem. Zaten öncelikli hedefi bizi evdeki boğucu kasvetin içine çekmek.
Noé görüntü yönetmeni Benoît Debie ile birlikte karanlığı huzursuzluğu ve sıkıntıyı özenle inşa ediyor. Bunalan, sıkılan seyirciye tutunacak bir dal uzatmıyor. Film boyunca ani ve kısa kararmalarla hareketi sık sık kesintiye uğratması, kameranın göz kırpması gibi rahatsız edici bir etki yaratıyor üzerimizde.
Daha önceki filmlerinde olduğu gibi ‘Vortex’te de belirli temalar, kavramlar, konular üzerinde düşünüyor Noé. Bir hikâye anlatıcısından ziyade bir düşünür gibi kurguluyor filmini. Düşüncelerini ve vardığı sonucu bize dayatmasında mesele yok. Öyle çok yönetmen var. Karamsar ve karanlık olmasını da eleştiremem. Ama seyirciye acı çektirmek istemesini, her şeyi ‘Yaşlılık çıkışsız bir kâbustur’ gibi bir fikre bağlamasını sevdiğimi söyleyemem.
Buna karşılık, ‘Vortex’i yönetmenin ‘Dönüş Yok’ (Irreversible - 2002) ve ‘Climax’ (2018) gibi filmlerinden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. ‘Vortex’te önceki filmlerine göre daha gerçek bir yan var. Özellikle karakterler çok sahici. Filmin ilk bir saatinde kendimi karakterlere ve anlatımın orijinalliğine kaptırıp gittiğim kesin. Karakterlerin çok iyi yazıldıklarını ve çok iyi yorumlandıklarını düşünüyorum. ‘İtalyan korku filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ Dario Argento ve sinefillerin 1973 yapımı ‘La maman et la putaine’ (Anne ve Fahişe) filminden hatırlayacağı Françoise Lebrun, canlandırdıkları karakterlere derinlik katmasını biliyorlar.
Önceki filmlerinde olduğu gibi Noé’nin anlatımına, kurduğu dünyaya itirazım yok. Kadrajı ikiye bölmesi, birini kendisinin kullandığı iki kamerayla bazen hareketli çekimler yapması ve uzun planlar kullanması, film boyunca teknik olarak mükemmel işliyor. Tekniğin ötesinde filmin anlamını da zenginleştiriyor. ‘İkiye bölünmüş kadraj’ konusunda bundan sonra adı hep anılacak, tarihe geçecek bir film ‘Vortex’…
Noé, çiftin yaşadığı evi nerdeyse bir karakter gibi ele alıyor. Her yanı kitaplar, eşyalarla dolu ev, geçmişi ve hatıraları temsil ediyor. Aynı zamanda, yaşlılığı, çiftin zihnindeki karmaşa ve kaosu yansıtan bir mekân. Noé’nin açılış ve kapanışta birbirine bakan o iki pencereyi kullanması ve kadrajı ikiye bölmesi arasında kuşkusuz bir bağ var. Özetle ev, çok yönlü bir metafor.
Öte yandan, Noé’nin ‘Vortex’i gereksiz yere uzun tuttuğunu; filmin özellikle orta bölümünde fazlasıyla tekrara düştüğünü, hep aynı imgelerin, motiflerin çevresinde dolaştığını ve hikâyenin finale kadar tıkanıp kaldığını düşünüyorum.
Sonuçta, ‘Vortex’ beğendiğim birçok yanına rağmen tam anlamıyla sevdiğim bir film olmadı. Lakin eleştirmenler arasında sevenlerinin sayısının hiç az olmadığını belirtmek isterim. Karanlık, bunalımlı, ağır tempolu uzun filmlerle bir sorununuz yoksa görüp kendiniz karar verin.
6.5/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce