Bir UFO filminin çok ötesinde…
Jordan Peele, geniş kitleye hitap eden ama aynı zamanda ‘auteur’ sineması kapsamına giren korku filmlerine ‘Hayır’ (Nope) ile devam ediyor. Hollywood, düşük bütçelerle dahi kişisel filmler çekmenin kolay olmadığı bir yer hâlâ. Ama Peele her seferinde hem kişisel sinema yapmayı hem anaakım sınırları içinde kalmayı başarıyor. Üstelik bütçeleri de giderek yükseliyor. ‘Hayır’, 2022 yazının iddialı prodüksiyonlarından biri.
Jordan Peele’in başarısının sırrı, seyir keyfini her şeyin üstüne koymak, seyircilerin beklentilerini ihmal etmemek ve korku gerilim janrının temel gereklerini yerine getirmek olarak özetlenebilir. Yıllar yıllar önce, Alfred Hitchcock da aynı ilkelerden hareket ederek ve korku gerilim sinemasının kodlarını keşfederek Hollywood’un orta yerinde kişisel bir sinema yapmayı başarmıştı. Fransız eleştirmenler açık şekilde ilan edene kadar Amerikalıların çoğu Hitchcock’un filmlerinde alttan alta birbirine bağlanan benzer temaların, motiflerin pek farkında değildi. Onu auteur yönetmen olarak görenlerin sayısı azdı.
Jordan Peele’in durumu ise farklı. İlk filmi ‘Kapan’dan (Get Out - 2017) bu yana sadece eleştirmenler değil seyirciler de onun kendine özgü bir sinema yaptığının farkındalar. Çünkü Peele, başka filmlerden bildiğimiz, hatırladığımız tanıdık konuları, motifleri, durumları, temaları yeni ve özgün bir hikâye halinde paketleyip karşımıza getiriyor. Tıpkı ‘Hayır’da olduğu gibi… Ayrıca, üç filmini de sadece tür olarak değil, temalar, kalıplar ve motifler açısından birbirine bağlamak mümkün; ama bu, ayrı bir yazının konusu. Bu yazının hedefi ‘Hayır’ı tek başına değerlendirmek…
‘Hayır’, sadece sinemanın değil medyanın da vazgeçilmezleri arasında yer alan ‘UFO ve uçan daire gizemi’ olarak özetleyebileceğimiz, her tür spekülasyona açık o meşhur konudan yola çıkıyor. Ama Peele’in seyirciye hazırladığı ‘paket’, ilk iki filmi ‘Kapan’ ile ‘Biz’e (Us - 2019) oranla bu kez çok daha kapsamlı ve geniş bir çağrışımlar alanına açılıyor.
Peele, televizyon için çekilen bir komedi şovundan geldiğini anladığımız gülme efektli diyaloglarla açıyor filmini. Sonra zemine yerleştirdiği kameranın kasten sınırlandırılmış açısından, televizyon stüdyosunda yerçekimine meydan okuyarak duran bir ayakkabı ve çevredeki insanlara şiddet uyguladığını anladığımız bir şempanze görüyoruz. UFO konulu film için alakasız görünen bir açılış belki… Ama Peele’in istediği, seyircinin filme tam da bu ‘Ne alakası var?’ sorusuyla girmesi. Çünkü asıl amacı, eski usul bir UFO öyküsü anlatmaktan ziyade aynı fikirden yola çıkarak yeni ve özgün bir film yapmak.
Açılıştaki şempanze sahnesi ile UFO’nun ilk kez göründüğü bölge arasındaki bağlar yerine oturdukça, filmin alt metinleri de deşifre olmaya başlıyor. Bölgede geçen ikinci sahnede, Haywood ailesinin çiftliğinde karşımıza çıkan atlar da tıpkı şempanze gibi eğlence endüstrisi için özel olarak eğitilen hayvanlar… Peele, belli ki insanların, doğal ortamından uzaklaştırarak kendi amaçlarına uygun olarak ‘eğittiği’ şov hayvanlarına çekmek istiyor dikkatimizi. Aynı bölgede, at çiftliğinin yakınlarında western temalı eğlence parkı işleten Ricky ‘Jupe’ Park’ın (Steven Yeun) gizemli UFO’yu şovunun parçası haline getirmek istediği sahneyle birlikte her şey birbirine bağlanıyor. Aynı sahnede Park’ın UFO’ya yem olarak sunduğu atı da unutmayalım. Tam da burada, tüm hikâyenin UFO ve hayvanları birleştiren ‘gösteri’ motifi üzerinden bir araya geldiği iyice netleşiyor. Sonuçta tüm film, hayvanları veya UFO’yu kameralarla kaydetmek, ticari bir şov haline getirip satmakla ilgili…
Peele’in film boyunca insana ait sömürü konsepti ile hayvanların gizemli içgüdülerini karşı karşıya getirmeye çalıştığını düşünmemiz mümkün. İnsanların cephesinde ‘şartlandırmaya, zorlamaya dayalı hayvan eğitimi, kamera, kayıt ve maddi menfaat’ var. Hayvanların cephesinde ise sadece ‘içgüdü’ görüyoruz. Ne zaman nasıl ortaya çıkacağı belli olmayan içgüdü, ‘hayvan eğitiminin’ insan açısından çok da mümkün bir şey olmadığını ima ediyor. Şempanzenin şiddeti ve atın ani tekmesi ile UFO’nun ‘şovun’ hangi kısmında, ne zaman, ne yapacağının asla belli olmaması arasında bir paralellik kuruluyor. Filmin korku, gerilim ve şiddet unsurları, hayvani içgüdülerden kaynaklanan bu belirsizlik ilkesi üzerine kurulu. Bir yanda insanın kibri, kendine güveni; diğer yanda hayvanların gizemine hiçbir zaman tam olarak vakıf olamayacağımız içgüdüleri var.
Otis Jr. ‘OJ’ Haywood’u (Daniel Kaluuya) ana karakter haline getiren en önemli özelliği atlarla kurduğu duygusal ve sezgisel bağ… UFO’nun göründüğü ilk sahnede gökten yağan bozuk para nedeniyle hayatını kaybeden emektar babası Otis Haywood’un (Keith David) yerine katıldığı ilk Hollywood setinde, atının duygularını her şeyin üstüne koyan, herkesi uyaran gergin ve huzursuz bir eğitmen olarak tanıyoruz OJ’yi. Dediklerinde haklı çıksa dahi sette kimse sevmiyor onu. Ablası Emerald ‘Em’ Haywood (Keke Palmer) ise şov dünyasının ruhunu ve nabza göre şerbet vermeyi bilen biri. Nereden, nasıl para kazanabileceğini hesap ediyor; ailenin girişimci ruhunu temsil ediyor. Film ilerledikçe Em’in hiçbir şeyi kişiselleştirmeden, her şeye belirli bir mesafeden baktığını; en önemli avantajının sezgileri ve pragmatik yanı olduğunu anlıyoruz.
Park neredeyse Em’in tam zıttı bir karakter. Em ne zaman nerede endişelenmesi gerektiğini bilen biri. Park ise şov dünyasının içinde çocukluk travması ve hayalleriyle yaşıyor hâlâ… Mesela, planlamaya çalıştığı UFO gösterisi sırasında hesap edemediği nokta, asla eğitemeyeceği, tepkilerini öngöremeyeceği bir unsurla karşı karşıya olduğu gerçeği… Trajik yanılgısı, yıllar önce çocuk oyuncu olarak yer aldığı sette cinnet geçiren şempanzeyle kurduğu özel bağın onu bir tür seçilmiş kişi haline getirdiğini sanması...
Karakterler üzerinden gidersek Angel Torres (Brandon Perea), seyircilerin özdeşleşebileceği tipik bir UFO meraklısı olarak dahil oluyor filme. Angel sadece teknik becerilerinden ötürü değil, merak duygusu nedeniyle de bölgede kalıyor. Reklam filmi çekiminde efsane kameraman olarak tanıtılan kibirli ve karizmatik Antlers Holst (Michael Wincott) ise meraktan ziyade tutku nedeniyle katılıyor ekibe. Evinde vahşi hayvan görüntüleri seyrederken gördüğümüz Holst’u oraya tam da bu belgeleme fikri çekiyor. Kesinlikle olumsuz çizilen bir karakter değil. Tam tersine, seviyoruz onu. Elle kurulan kameralarıyla olay yerine geldiğinde, her tür maddi beklentinin ötesinde, gözlerinde gerçek tutkuyu hissettiğimiz bir karakter… Orada, kameranın ardındaki kişi olarak hayatının en büyük olayını yaşamaya geldiği belli. İronik olan, Em’in pragmatizmi ve sezgileriyle kaydetme konusunda da en yaratıcı fikri keşfedecek olması.
Lumiere kardeşlerin sinematografla yaptığı ilk gösteriden yıllar önce çektiği seri fotoğraflarla atların nasıl koştuğunu belgeleyen Eadweard Muybridge’e de selam gönderiyor Peele.
Muybridge’in özel düzenekle 1887’de çektiği ‘Animal Locomotion, Plate 626’ adıyla bilinen fotoğraflar dizisi, sinemanın öncüleri arasında kabul edilir. Hatta hareketi parçalarına ayırması itibarıyla bazı kuramcılara göre modernist düşünceye ilham veren birçok gelişmeden biridir.
Peele, bu tarihi fotoğraflar dizisini ‘Hayır’ın ilk sahnelerinde karşımıza çıkarıyor. Çünkü Em, sette yaptığı sunumda Muybridge’in fotoğraflarında atın üstünde gördüğümüz jokeyin büyük dedeleri Haywood olduğunu ama Afrika kökenli olması nedeniyle adının hiç anılmadığını söylüyor. Baba ve oğul Haywood’ları tanıdığımızda, western filmlerinde yıllarca görmezlikten gelinen siyah kovboylara da vurgu yapıyor Peele… Haywood’lar işin emek ve uzmanlık isteyen kısmıyla uğraşırken Asya kökenli Park’ın bir beyaz olarak western parkı işletmesi, kuşkusuz tesadüf değil. Özetle, Peele’in önceki iki filminde olduğu gibi ırk ayrımcılığıyla ilgili alt metinleriyle de öne çıkıyor ‘Hayır’.
Peele, western parkındaki plastik atlarla Haywood’ların çiftliğindeki kanlı canlı atları kasten karşı karşıya getiriyor. Finaldeki ‘dev plastik kovboy balonu’ ve UFO arasındaki ilişkiyi de unutmamak gerekiyor. Tam orada, açılış sahnesindeki şempanze ile hediye kutusundan çıkan balonlar arasındaki bağı hatırlıyoruz. Plastik balonlar insanların yapay şov dünyasını; şempanze ve UFO ise bilinmez ve gizemli olanı temsil ediyorlar.
Peele, başta eleştirmenler ve akademisyenler olmak üzere seyircilerin farklı bakış açılarıyla analiz edeceği ‘metinler arası’ denilen okuma ve değerlendirmelere olabildiğince açık bir film koyuyor önümüze. ‘Hayır’ dosyası hemen kapatılacak filmlerden değil. Açılıştaki Nahum alıntısı başta olmak üzere dini metinlere, oradan ‘Neon Genesis Evangelion’ adlı Japon anime dizisine kadar uzanan, filmin her yanında karşımıza çıkan bir göndermeler, metaforlar ve semboller silsilesi duruyor karşımızda…
Filmi yorumlamak için yola çıkabileceğiniz birçok nokta var. Sözgelimi, Peele’in esin kaynağı olarak gösterdiği ‘King Kong’ üzerinden yorumlayabiliriz filmi. Çünkü King Kong öykülerinde de kamerayla kaydetmek, ‘canavarı’ sömürmek ve içgüdülerini hesaba katmamak söz konusudur.
‘Hayır’ı ‘Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’ (Close Encounters of the Third Kind) gibi uzaylı filmleri üzerinden yorumlayana da kim ne diyebilir ki? Sonuçta, her şey İngilizce’de ‘extra terrestrial’ olarak ifade edilen ‘dünya dışı’ bir varlıkla ilgili değil mi? Peele’in tam da burada, ‘dünya dışı’ olanı anlamanın en iyi yolu olarak hayvanların içgüdülerini işaret etmesi dikkat çekici.
Öte yandan, tüm bu alt metinlere karşın filmin çok sofistike bir hikâyesi olduğu söylenemez. Son tahlilde, bir grup insanın maddi çıkar elde etmek ve şov malzemesi haline getirmek için dünya dışı bir cismi kullanma çabasını seyrediyoruz.
Tüm bunlar, seyrettikten sonra film üstüne düşünürken aklıma takılan noktalar. Filmi seyrederken yaşadığım görsel ve işitsel deneyimin de en az bunlar kadar önemli olduğuna inanıyorum. ‘İşitsel deneyim’ diyorum çünkü filmin ses tasarımı sadece teknik anlamda mükemmel değil. Filmdeki UFO, görsel olmanın ötesinde işitsel bir tasarım. İlk başta uçan daireleri andıran, sonra hiç ummadığımız noktalara varan UFO’yla ilgili her detayı, her fikri kreatif bulduğumu söyleyebilirim. Bir UFO öyküsü olarak baktığımda, kim ne derse desin ‘Hayır’ın kendi janrı içinde adı hep anılacak, hatta gelecekte ilham kaynağı haline gelebilecek bir film olduğunu düşünüyorum.
Görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema’nın 65mm Kodak filmle çektiği ‘Hayır’ görsel olarak da etkileyici bir film. IMAX formatının estetik olarak çok iyi kullanıldığı kesin.
Öte yandan, her şeyiyle çok sevdiğim, beğendiğim bir film olduğunu iddia edemem. Jordan Peele, anaakım sınırları içinde kalma ve her kesimden seyirciye hitap eden bir ‘büyük anlatı’ kurma hedefiyle yola çıktığı için alışılagelmiş bir kahramanlık filmi çekmekten ne yazık ki uzak duramıyor. Özellikle finalin, anaakıma uygun olsun diye yazıldığını görebiliyorsunuz.
Ayrıca, diğer seyircilerin deneyimlerini bilemem ama kendi adıma ilk bir saatinde filmin biraz ağır ilerleyip dağıldığını düşünüyorum. Park’ın düzenlediği UFO şovuna kadar film bir türlü vites yükseltemiyor. Peele, dramatik alt yapıyı belki sağlam şekilde kuruyor ama seyir keyfini galiba biraz ihmal ediyor. Yine de tüm sinemaseverlere öneririm.
7/10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce