Gerilim filmi gibi Marilyn Monroe biyografisi
Andrew Dominik sevdiğim bir yönetmen. ‘The Chopper’dan (2000) ‘This Much I Know to Be True’ya (2022) uzanan filmografisindeki dört sinema filmini de beğeniyorum. Ama ‘Blonde’ için aynısını söylemem mümkün değil. Öte yandan, öyle ‘bozuk para’ gibi harcanacak bir film olmadığı kesin. İşte bu yüzden, önce ne yapmaya çalıştığını anlamaktan yanayım.
Marilyn Monroe’nun hayatı üzerine kurulu olan ‘Blonde’, Andrew Dominik’in nerdeyse 12 yıldan beri üzerinde çalıştığı bir proje. Joyce Carol Oates’ın 2000 yılında yayımlanan aynı adlı romanını temel alan senaryo, sadık bir uyarlama niteliğini taşımıyor. Dominik, senaryo üzerine çalışırken Marilyn Monroe üzerine yazılan başka birçok kitap ve metinden yararlanıyor.
‘Blonde’ alışageldiğimiz tarzda bir biyografi ya da dönem filmi değil. Dominik’in önceki filmlerine benzemediği gibi sinema tarihinde de çok fazla benzeri olduğu söylenemez. Hatta anlatım ve yapı üzerinden gidersek yarı deneysel bir yanı olduğu dahi öne sürülebilir.
Önce anlatımından başlayabiliriz. ‘Blonde’ siyah - beyaz ve renkli çekimleri ‘karışık’ şekilde kullanıyor. Rengin, Monroe’nun hayatındaki dönemleri ayırmak veya benzeri nitelikte özel bir dramatik işlevi yok. Filmin akışı içinde siyah - beyaz ve renkli sahneler, peş peşe geliyor. Birçok sahnede, Dominik’in, rengi sahnenin duygusuna, anlamına göre belirlediğini görebiliyoruz. Ama asıl mesele sanki Marilyn Monroe’yu hem siyah – beyaz hem renkli olarak hatırlıyor olmamız… Sonuçta, sinemada, medyada siyah - beyaz ve renkli estetiğin yan yana var olduğu bir dönemin starıydı o… Dominik de filmin görsel tasarımını önce onu görsel hatırlama biçimlerimiz üzerinden kuruyor, sonra da onu görme biçimimizi sorguluyor. Bunun filmdeki en iyi örneği ‘Yaz Bekarı’ (Seven Year Itch) filmindeki eteklerinin havalandığı kült sahne… Popüler kültürün ikonik bir imgesini alıp onu bir korku-gerilim imgesine dönüştürüyor. Bütün filmin bu konsept üzerine şekillendiğine inanıyorum. Gala sahnelerinde patlayan flaşların kurşun sesi etkisi vermesi, ona arzuyla bakan erkeklerin gerçeküstü canavarlara dönüşmesi, üst açıdan erkek yığınlarının zombiler gibi onun üzerine yürümesi gibi imgeleri unutmayalım.
Dominik film boyunca onunla ilgili ‘görsel anılarımız’ın izini sürüyor. Görüntü yönetmeni Chayse Irvin ve prodüksiyon tasarımcısı Florencia Martin ile birlikte Marilyn Monroe’nun o yıllarda medyada yer alan fotoğraflarını dikkatle incelediklerini; bazı sahnelerde aynı renk, ışık ve kompozisyonu yakalamaya çalıştıklarını görebiliyoruz. Öyle ki birçok sahnede tam olarak hatırlayamasanız da ‘Ben bunu daha önce görmüştüm’ duygusunu yaşıyorsunuz. Dominik’in, dönemi kostümlerden saç – makyaja, aksesuarlardan mekânlara kadar son derece detaylı ve gerçekçi şekilde betimlemek istediği belli.
Işık ve aydınlatmanın, annesi ile ‘Norma Jean – Marilyn Monroe’ arasındaki kader bağını vurgulamak gibi bir ek bir işlevi olduğunu da düşünüyorum. Dominik ve Irvin, annenin akıl ve ruh sağlığını giderek kaybettiği sahnelerdeki rengi, ışığı ve kadrajı yatay olarak kesen ışık demetlerini daha sonra Marilyn Monroe’nun hayatının son döneminde de kullanıyorlar.
Dominik aynı renk gibi, kadraj oranını da film boyunca sürekli değiştiriyor. Annesinin Norma Jean’e bebekken onu yatırdığı dolap çekmecesini gösterdiği sahnede klostrofobi duygusuna vurgu yapan dikey kadrajı saymazsak, film 1.37:1, 1.85:1 ve 2.39:1 ölçüleri arasında gidip geliyor. Ama filmden akılda kalan ve en çok kullanılan, daha çok siyah – beyazla özdeşleşen 1.37:1 ölçüsü… Dominik’in bu dar formatı, kompozisyonda verdiği yükseklikten ziyade filmin kasvetli grafik dünyasını oluşturmak ve özellikle de yakın planlardaki duygusu için seçtiğini düşünüyorum. Diğer formatları ise genellikle renkle birlikte kullanıyor.
‘Blonde’, renk ile kadraj formatında olduğu gibi sinema dilinin imkânlarından yararlanırken de çeşitlilikten vazgeçmeyen bir film. Dominik, sahnenin duygusuna, anlamına göre farklı anlatım teknikleri kullanmaktan kaçınmayan biçimci bir strateji benimsiyor. Avangard ile anaakım popüler estetiğin ve bildiğimiz klasik sinemanın serbest düzende iç içe geçtiği bir film bekliyor sizi.
Dominik’in kurgu masasında Adam Robinson ile hayli vakit geçirdiğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Daha ilk anlardan itibaren montajın Dominik’in elindeki en önemli anlam yaratma ve anlatım unsurlarından biri olduğunu görüyoruz. Norma Jean ile Marilyn Monroe arasındaki kimlik parçalanmasını, çocukluk travmalarının zihindeki kısır döngüsünü, ana karakterin gerçeklik algısındaki sorunları, yetişkinlik döneminde yaşadığı cinsel taciz travmalarını ve daha birçok şeyi montaj üzerinden anlatıyor Dominik…
Filmin yapısına baktığımızda, bildik anlamda bir hikâye anlatımından söz edemiyoruz. Endüstrinin prestijli isimlerinden biri olan Dominik, artistik özgürlüğünü dilediği gibi kullanarak seyircilerin alışık olduğu bir hikâye örgüsü üzerinden ilerlemiyor. Çocukluk travmalarına rağmen hayata tutunmaya çalışan ama ‘filmin bize sunduğu dünya içinde’ hiç ama hiçbir yere tutunamayan bir ana karakterimiz var. Film bize net şekilde, Norma Jean’in ruhunu kurtarmak için oyuncu olmak istediğini ama erkek egemen sinema endüstrisinin onu arzu nesnesi bir yıldıza dönüştürdüğünü ve bu durumun onun trajik sonunu hazırladığını söylüyor. Daha önemlisi, Norma Jean’in Marilyn Monroe’yu tümüyle sahte ve ayrı bir kişilik olarak kabul ettiğini, hatta bazen onu görmeye dayanamadığını açıkça vurguluyor.
İşte tam da bu nedenle, üç saate yakın film boyunca şöyle bir derin nefes alıp ya da kendini salıp ‘Oh başardım’ dediği galiba tek bir sahne dahi yok. Varsa bile herhalde unutup gidiyorsunuz.
Dominik, Norma Jean’in çocukluktan yetişkinliğe uzanan sorunlarını tanımlamakta ve listelemekte nerdeyse takıntılı diyebileceğim detaylı bir iş çıkarıyor: Temel sorunu, psikiyatrik anlamda çok sorunlu, hasta bir anne (Julianne Nicholson) tarafından yetiştirilmesi… Annesinin marazi yaklaşımı nedeniyle babasız büyümek, onun için hiç bitmeyen bir baba özlemine dönüşüyor. Çünkü annesi, babasızlığı çok büyük bir eksiklik ve sorun olarak görüyor. Norma Jean, hayatı boyunca ilişkiye girdiği erkeklerde hep güven duyduğu baba figürünü arıyor.
Yetişkinlik hayatındaki en önemli sorunu ise film endüstrisi ve dönemin ABD Başkanı Kennedy’ye kadar varan bir zincir içinde erkekler tarafından sürekli taciz edilmesi… Cinsel taciz, ilişkiye zorlama ve şiddet içeren çok trajik bir süreç sunuyor film bize. Dominik’e göre Arthur Miller (Adrien Brody) dışında doğru dürüst hiçbir erkekle birlikte olmuyor. Buna karşın, üçlü ilişki yaşadığı Eddy Robinson Jr. (Evan Williams) ve Cass Chaplin (Xavier Samuel) ile hayatının en eğlenceli ve mutlu dönemini geçirdiğini ima ediyor. Gerçekte filmdeki gibi yaşanıp yaşanmadığı belirsiz bu üçlü ilişkinin sorunu, iki erkeğin zehirli narsisizmi… Sevdiklerini söylüyorlar ama Norma Jean’e çok fazla bir şey vermiyorlar. Kaldı ki, hayatlarının daha ileriki bir döneminde ikisinin de onun gerçek arkadaşı olmadığını anlıyoruz.
Dominik, Joe DiMaggio (Bobby Cannavale) ile ilişkilerinin ise daha ilk anlardan yanlış başladığını düşünüyor. Çünkü evlilikleri, Norma Jean için fiziksel şiddete kadar uzanan bir trajediyi tetikliyor. Gerçekten sevgiyi ve sevecenliği bulduğu Miller’le olan evliliği sırasında, Norma Jean’in özyıkım süreci başlıyor. Ardından Kennedy ile olan deneyiminde taciz seviyesinde zorlama ve baskı yaşıyor. Kennedy sahnesi, Norma Jean’in hayatında nerdeyse dip noktayı temsil ediyor. Üstelik devlet eliyle uygulanan bir taciz olarak gerçekten ağır ve rahatsız edici geliyor. Bu sahnede Kennedy de utanç verici bir konumda...
Özetle Dominik, Norma Jean’in yetişkinlik hayatında da ağır travmalar yaşamaya devam ettiğini söylüyor. Üstelik, travmaların nedeni hep güçlü erkekler. Sözgelimi, başından geçen kürtajı anlattığı bölümde sadece hayatının değil, bedeninin de kontrolünü kaybettiğini; yapımcıların ona bir tür sözleşmeli köle muamelesi yaptığını gösteriyor.
Sonuç olarak Dominik, Marilyn Monroe gibi bir sinema efsanesinin hayatını tek bir anında dahi başarı hikayesi haline getirmiyor. En başından itibaren böyle bir konsept kurduğu çok belli… Ama kendi adıma ortaya çıkan filmi beğendiğimi, sevdiğimi söyleyemem.
Baştan sona mutsuzluk, acı, nevrozlar ve travmalar üzerine bir film olmasına elbette itiraz edemem ama Marilyn Monroe’nun bu kadar zayıf, çaresiz, pasif bir ana karakter olarak çizilmesi beni çok rahatsız etti. ‘Oyuncu olma’ hedefini kısa sürede kaybeden, Marilyn Monroe imajına yabancılaşan Norma Jean’in hayatının kontrolünü hiç ele geçiremeyen, mutsuzluktan mutsuzluğa doğru ilerleyen aciz, zayıf ve çaresiz biri olmasını çok ikna edici bulmadım. Elbette bir başarı ve mutluluk öyküsü beklemiyordum ama özellikle, sürekli farklı erkeklerin yörüngesine girmesi, erkeklerin dünyasında oradan oraya savrulması, bana çok abartılı geldi. En rahatsız edici olan nokta ise çevresindeki erkekler karşısında hep çok saf, naif kalması; nerdeyse bir çocuk gibi davranması…
Seyrederken siz nasıl hissedersiniz bilmiyorum ama ben filmde Norma Jean’in veya Marilyn Monroe’nun ruhuna yaklaştığımı hissedemedim. Belirli bir süre sonra tümüyle Dominik’in hayalinde oluşturduğu bir karakterle karşı karşıya kaldığımı düşündüm.
Ayrıca Dominik’in 3 saate yakın süre boyunca bizi sürekli ve kesintisiz olarak rahatsız etmek için niye bu kadar çok uğraştığını da pek anlamadım. Sözgelimi, filmin hemen başlarında, Norma Jean’in çocukluğunda geçen müthiş bir orman sahnesi yangını var. Annesinin kıvılcımların ve küllerin dolaştığı evden kızını alıp gecenin karanlığında otomobilini yangının merkezi olan ormana doğru sürdüğü sahne, o kadar rahatsız edici ve güçlü ki Norma Jean ne yaşarsa yaşasın biz o sahneyi unutmayacağımızı düşünüyoruz. Çünkü annesinin ruh durumunu, Norma Jean’in çıkmazını çok iyi gösteriyor. Ayrıca aynı sahnede, annesinin hiç ortaya çıkmayan babası hakkında söyledikleri de kayda değer. Polise anlattıklarından simgesel anlamda ‘cehennemin içinde korunaklı bir yerde yaşayan çok güçlü bir baba’ çıkıyor karşımıza. ‘Eril iktidarı temsil eden bu şeytan baba’nın Norma Jean’in tüm hayatını kabusa çevirmesi de anlam kazanıyor. Ama Dominik, benzer derecede korku gerilim filmlerini hatırlatan o kadar çok sahne çekiyor ki açıkçası hiçbirinin çok fazla değeri kalmıyor.
Marilyn Monroe’nun bütün hayatını bir kâbus, etkisi hiç geçmeyen bir travmalar zinciri olarak sunmak bir noktadan sonra abartılı bir yönetmenlik şovuna dönüşüyor ve film duygusuzlaşıp katılaşmaya başlıyor. Ayrıca aynı sorunlar sürekli tekrar ediliyor. Hayatının kontrolünü kaybettiğini vurgulayan onca imgeden sonra Marilyn Monroe’nun bahşiş vermek için evin içinde dört dönüp cüzdan aradığı sahne bana o kadar gereksiz geldi ki anlatamam…
Dolayısıyla, ‘Blonde’ benim için sadece hayal kırıklığı değil, aynı zamanda zor bir seyir deneyimi oldu.
Son olarak, Ana De Armas’ın oyunculuk performansını çok beğendiğimi belirtmek isterim. Julianne Nicholson ve Adrien Brody başta olmak üzere diğer oyuncular da iyiler. (Netflix)
6 /10
- Issız adaya düşen robot2 dakika önce
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce