On büyükelçi krizinden ne anladık?
On büyükelçi krizi, çağrıyı yapan ülkeler adına önce ABD’nin Viyana Sözleşmesi madde 41’e referans vererek, "İçişlerinize karışmayız biliyoruz" mealindeki mesajıyla ve diğer bazı ülkelerin de mesajı ‘retweet’ etmeleri ile çözüm yoluna girdi.
İşin doğrusu iyi de oldu, çünkü eğer tansiyon düşürülmeseydi, on büyükelçinin apar topar sınırdışı edilmesi ve akabinde o ülkelerin de Türkiye’nin büyükelçilerini mütekabiliyet gereği geri göndermeleri söz konusu olabilirdi. Türkiye hızlı ve geri dönüşsüz bir savrulma yaşar, zaten epeyce tükenmiş siyaset iyiden iyiye sizlere ömür olur, NATO’dan kopuşa bir değil beş adım daha yaklaşılır, Asyatik rejimlerin kucağına oturur, totaliterliğe merhaba derdik. Evet bu kadar net.
Tam da böyle olacağı için Dışişlerindeki bürokratlar belki de hiç olmadığı kadar ciddi çalıştı, formüller ürettiler. ABD Büyükelçiliğinden yayınlanan mesaj da muhtemelen bu formülün bir parçası.
AIHM kararlarına uyulmaması meselesi AB ülkeleri ile ve Avrupa Konseyi ile ilişkilerdeki negatifliği sürdürecektir ama Osman Kavala üzerinden çıkan krizin bir süreliğine rafa kalkmış olduğuna kesin gözüyle bakılabilir. Bu raundun galibi Erdoğan ve olan Osman Kavala’ya oldu.
Nitekim, Cumhurbaşkanına bağlı resmi ve gayriresmi yayın organları gelinen noktayı bir zafer olarak nitelemekte sakınca görmüyor.
Nasıl görmesinler? Çağrıyı yapan ülkeler "Arka planda anlaşalım, sahnede ise kerhen seni eleştiriyor görünelim” oyununda eli fazla yükseltirlerse ne olacağına dair acı bir deneyim yaşadılar ve bu herkesin gözü önünde oldu.
Böylece ülkede Batı’ya güvenerek muhalefet yapan ya da muhalif görüş serdeden varsa, o iple kuyuya inilmeyeceğini anlamış olmalı.
Zira, Türkiye’yi okumakta, Erdoğan’ın nasıl siyaset yaptığını anlama noktasında aciz bir 'genre' söz konusu.
Kendilerine yakın gördükleri ve el hak, apaçık haksızlığa uğrayan Osman Kavala’ya yardım edeceğiz diye çıktıkları yolda kaş yaparken göz çıkarmayı becerebilecek kadar naifler. Çünkü temsil ettikleri değerlerle konforları arasında sıkışmış durumdalar, kafaları da bir gelip bir gidiyor...
Gerçekte tek öncelikleri var çünkü, mültecileri kendilerinden uzak tutmak.
Türkiye demek, kendileri yerine mültecilere sahip çıkan bir ülkenin varlığı demek, bu sayede sokaklarında başıboş ve öngörülemez bir Ortadoğulu görmeden cafelerinde oturup rahatça espressolarını yudumlayabilmek demek.
Türkiye-AB ilişkilerinde epeydir asıl belirleyici olan bu.
O kadar belirleyici ki, bırakın mevcut iktidara operasyon düzenlemeyi, iktidarın kapıları açıverecek başka ellere geçmesini istemeyecekleri tahminini yapmak bile mümkün.
Son olayda ayarını kaçırdılar sadece.
Yükselip yükselip söneceklerdi yine ama dozu tutturamadılar, radikal bir tepki görünce de neye uğradıklarını şaşırdılar. .
İşin özü şu ki ne Türkiye’ye operasyon yapmak için, ne kalkındırmak için, ne sevdiklerine destek ne sevmediklerine köstek olmak için herhangi bir maliyeti ödemeye razı olurlar.
Yani ‘yabancı ülkeler bize sürekli operasyon yapıyor’cu iktidarcılar uyduruyor.
Batı tarafından desteklendiğini ya da destekleneceğini zanneden muhalif de -hala böyle bir şey varsa- hayal görüyor.
Diyorum ya, olan Kavala’ya oldu.
- Kreş krizinin satır arası: Kırk katır mı kırk satır mı?21 dakika önce
- ABD Hollanda'yı işgal eder mi?1 gün önce
- Kırmızı çizgileriniz olsun4 gün önce
- Diğer siyasetçilere örnek olsun diye mi?5 gün önce
- Ankara erken mi sevindi?1 hafta önce
- Trump'ın kazanması Türkiye'yi kuzey Suriye konusunda hareketlendirecek mi?2 hafta önce
- Suruç'ta beliren çözüm, büyük barışın habercisi olsun4 hafta önce
- Silahlar susmadan demokrasi gelir mi?1 ay önce
- Bahçeli'nin tarihi çağrısı ve TUSAŞ saldırısı1 ay önce
- 12 yıl önce ölseydi?1 ay önce