Can Dündar'ın elinde artık tek bir seçenek var
Can Dündar’ın geçen hafta Almanya’da Eroğan ve Merkel’in ortak basın toplantısına akredite olması görmezden gelinse, Türk heyeti tarafından mesele edilmese ne olurdu? Sıradan bir soruya verilecek sıradan bir yanıtla geçiştirilebilir, konu iki lider arasında bir görüş ayrılığına varmaz ve orada kapanırdı.
Oysa çoktandır neredeyse bütün Batı dünyasında Türkiye’deki basın özgürlüğü ihlalinin yüzü olan Dündar’ın biraz daha fazla adını duyurdu bu olay. Batı ülkeleri kendilerinin ne kadar ileride olduklarını üçüncü dünya ülkelerinden seçtikleri birer simgeyle kendilerine sık sık hatırlatmayı seviyor, Dündar da bu sistemin bir parçası oldu. Merkel’in de Macron’un da onu bağrına basması şaşırtıcı değil.
Ancak giderek mağdur bir Türk gazetecidense Türk hükümetine meydan okuyan bir siyasi figüre dönüşüyor.
Mesela, basın toplantısına katılıp soru sormanın sınırlı bir gazetecilik olduğunu çok iyi biliyor olmalı. Sonuçta bu gibi toplantılar siyasiler ve gazeteciler arasında önceden anlaşılmış bir koreografiye dayanır; kimin ne soru soracağı çoğu zaman önceden tespit edilir. İşin doğası bu.
Basın toplantısında lideri zor durumda bırakan gazeteci rolü daha çok filmlerde olur, gerçek hayatta değil.
SİYASİ FİGÜR MÜ GAZETECİ Mİ?
Can Dündar’ın basın toplantısına katılma ısrarı da çoktandır kendisine biçilen misyonun devamı aslında. Bir şov ya da meydan okuma diye küçümsemiyorum, ama onun gazeteciyle aktivist arasındaki muğlak çizginin tam ortasında durmadığı da kesin. Bana kalırsa çoktandır bir gazetecidense siyasi figür.
Kendisiyle benzer süreçlerden geçen Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Enis Berberoğlu gibi gazeteciler siyaseti seçti. Üstelik gazetecilik doğulan bir kimlik, insanı hayatının sonuna kadar bağlayan bir pranga da değil. Çeşitli sebeplerden gazeteciliği bırakmak, ya yeniden dönmek ya da bambaşka bir kulvarda devam etmek mümkün. Can Dündar’ı bir siyasetçi olarak görmek isteyecek insanların sayısı da Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başında kalmasını isteyenlerden daha fazla olacaktır eminim.
İyice politize olmuşken bir tercih yapması, durduğu yeri netliğe kavuşturması gerekir mi? Sorunun net bir yanıtı yok aslında. Zaten derdim Can Dündar bahanesiyle gazeteci kimliğinin sınırlarını biraz tartışmaya açmak; böyle bir sınırdan hala söz edilebilirse tabii.
Epeydir üzerinde düşünüyorum, yaşadığı mağduriyetlere rağmen bir gazeteci kan davası güder gibi bir siyasetçiyle uğraşmalı, konuyu şahsileştirebilir mi? “Önce insanım, sonra gazeteci” diyenler için bu sorunun yanıtı belli. Ama yazılı veya geleneksel etik kurallarının gazeteciyi bağlayan tarafları var. Kimi yayın organları çalışanlarının oy vermesini bile engelliyor.
Siyasi bir mücadeleye girdiğimiz an her sözümüz ve satırımız kendi şahsi hikayemizle tartılacak, inandırıcılığı da tartışmaya açılacaktır kaçınılmaz olarak. Mücadele alanı gazetecilikten siyasete kaydığında taraflar oluşacak, çoğu zaman “atış serbest” bir politika oyununun içine düşülecek ister istemez. İşte “ajan” dendiğinde inananların çıkması da siyasetinin tıpkı futbol takımları gibi kendi taraftarlarını yaratması yüzünden. Halbuki gazetecilik herhangi bir mahallenin mensubu olmaya doğası gereği ters; dünyanın her yerinde bu kurala her zaman uyulmasa bile.
GAZETECİNİ TARİHE GEÇME MERAKI
Öte yandan, bütün bunları ufuktaki büyük ödülü düşünüp göze almak da mümkün: Tarihe geçmek herhalde bir gazeteci için en büyük onur. Hele hele “hükümet deviren gazeteci” olmak ego’nun çok belirleyici olduğu bizim meslekte epey şatafatlı bir mertebe. Oysa gazeteciler biraz da kendi tarihlerini yazdıkları için böyle efsaneler üretiliyor. Mesela tuğla kadar kalın bazı Watergate kitaplarında haberi ortaya çıkaran gazeteciler “Woodstein”in adları bir-iki yerde geçiyor, o kadar. Vietnam Savaşı da eğer Walter Cronkite ekrandan “Bitsin” demeseydi bile zaten bitecekti, çarklar dönmeye başlamıştı. Buna karşılık 17-25 Aralık örneği verilebilir; hükümet devrilemedi çünkü iklim henüz buna uygun değil, bugün olduğu gibi toplumsal bir altyapısı ve dayanağı yoktu bu arzunun.
Her gazeteci gibi Can Dündar’ın da bu kahramanlık hikayelerinden etkilenmemesi mümkün değil. Sanırım birçoklarını tarih boyunca kriz yaşayan, insanı zengin etmeyen, herhangi bir iş güvencesi olmayan gazeteciliğe çeken de biraz bu mitoloji. Ama Can Dündar farkında olsa da olmasa da giderek bu dünyadan bir başkasına doğru hızla ilerliyor. Eminim bir siyasi figür olarak tarihte ona yer vardır.
***
Korkarım bu şarkı yıllarca dinlenecek…
En azından ayladır. Lady Gaga’nın Oscar yarışında epey iddialı olacağını tahmin ettiğim (hatta en iyi filmi kazanabilir de) “A Star is Born” için söylediği “Shallow” nihayet yayınlandı. İnsanlar aylardır fragmandaki kısa bir bölümünden dinliyor, hatta parçaları birbirine yapıştırarak YouTube video’larıyapıyorlardı.
“A Star is Born” bu hafta vizyona girecek, albümün tamamı da aynı gün yayınlanacak. “Shallow” ise filmin iki başrol oyuncusunun birlikte söylediği konser versiyonu. En azından elimizde yetinmek zorunda olduğumuz şarkı bu.
Bradley Cooper’ın sesiyle başlıyor, daha sonra Lady Gaga vokale giriyor ve dinediğimiz son derece klasik bir film müziği şarkısı gibi geliyor. Daha sonra, tam 2:26 civarında Lady Gaga “Whooaaaa” diye çıtayı yükseltiyor. Ardından gırtlaklarının derinlerinden şarkının nakaratını söylüyor. Bu uzun hava İbrahim Tatlıses’e de yakışabilir aslında. Şarkı da epey bilindik bir arabesk parçası gibi. Dinlediğiniz anda ısınıyorsunuz çünkü defalarca buna benzer şarkılar duyduk.
“A Star is Born” hakkında aylardır öyle bir merak dalgası var ki, bu şarkı tıpkı bir zamanların “I Will Always Love You”su gibi hayatımızdan bir süre çıkmayacak. Eskiyene, sıkılana, bir şakaya dönüşene kadar. Birkaç sene sonra belki utançla anacağız.
Ama o gün gelene kadar sesini sonuna kadar açıp LadyGaga’nın vokalinin nelere mahir olduğunu görmekte bir sakınca yok herhalde.
***
Aznavour hakkında bir not
Çok ama çok kötü bir yeniden yapım film var, Jonathan Demmeimzası taşıyor üstelik. Başrolünde Thandie Newton ve Mark Wahlberg oynuyor, olay da Paris’te geçiyor. Ama ne film tam olarak 'Charade' ne de oyuncular Audrey Hepburn’le CaryGrant’in yerini tutabiliyor. Yine de “The Truth About Charlie” adlı bu unutulmaya mahkum filmin tek bir unutulmaz sahnesi var.
Charles Aznavour… Belki de filmin en iyi tarafı bu… Filmde şarkıları çalan Aznavour daha sonra kapanışta bizzat ortaya çıkıyor ve İngilizce, evet, İngilizce şarkı söylüyor.
Charles AznavourChanson meraklısı biri olmama rağmen bu filmden sonra uzun süre Aznavour dinlediğimi hatırlıyorum. Bende bıraktığı tek iz bu oldu filmin. Aznavour’u anarken küçük bir dipnot olarak hatırlatmak istedim.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce