Çelik n'aber Atatürk nasıl?
Engin Ardıç’ın eski 10 Kasım’lardaki yasakçı zihniyeti eleştirmek için kullandığı “Acaba genelev de kapalı mıydı” ifadesi sadece sosyal medya infiali olarak kalmadı, savcılık soruşturma da açtı. Bir başka savcılık soruşturması da Atatürk’e hareket eden çarşaflı bir kadının önceki gün tutuklanmasıyla sonuçlandı. Yazın Anıtkabir’de Atatürk’e hakaret eden bir başkası da tutuklanmıştı.
Sonuçta kanunda Atatürk’e aleyhine karşı işlenen suçlara yönelik yaptırımlar var, mahkemeler de buna göre hareket ediyor. Ancak Ardıç’ın kendince yaptığı espri bu kanuna aykırı mı emin değilim; yersiz, bile bile dikkat çekmek için yazılmış bir ifade gibi duruyor Atatürk’e hakarettense basın özgürlüğünün yersiz ve bile bile dikkat çekmek için yazılmış ifadeleri bile koruması gerekiyor.
Ardıç’a soruşturma açılması zamanın ruhunun sonucu; toplumda Atatürk hassasiyeti dorukta. Ceza da alabilir, öyle tahmin ediyorum. Çünkü Türkiye’de hakaret davaları söz konusu olduğunda mahkemeler siyasi iklim ve şartlardan epey etkileniyor.
BÜTÜN TÜRKİYE RENCİDE OLMAYA MEYİLLİ
Türk gazetelerinde çıkan bütün yazılar kitabına uygun bir hukuksal denetimden geçse sayfalar boş çıkar. Her ifadeye kafayı takıp savcılığa başvuracak bir şikayetçi bulmak mümkün. Zaten Türkiye rencide olmaya meyilli küçük gruplar ve kişilerle dolu; belli bir şöhret ve paraya ulaşmış şöhretlerin bile derileri yeterince kalın değil.
Hatırlıyorum, yöneticilik yaptığım gazetede “Hayatta bir Hakan Peker albümünden daha kötüsü Zafer Peker albümüdür” ifadesine yer verdiğimiz bir meslektaşım savcıya bu yüzden ifade vermişti. Bir keresinde ürünlerinin aslında kötü olduğunu, ama bankacı babası yüzünden medyada kayırıldığını yazdığım bir pastacı adayı mahkeme yoluyla tekzip talep etmişti benden.
Fetullah Gülen’in yargıda nüfuzlu olduğu zamanlarda okur yorumlarına bile ceza davası açtırıp mahkemelerin bol keseden mahkumiyet dağıttığı günleri hatırlamak bile istemiyorum.
Türkiye’nin tabuları siyasi rüzgarlara göre sık sık değişiyor, yargı da bu kayganlığa ayak uyduramıyor.
Ancak siyasi iklim ne olursa olsun Türkiye’de aşağı yukarı her zaman Atatürk belli bir koruma altındadır. Ne var ki, kanunlarda da desteklenen bu koruma kalkanı ifade özgürlüğünü ilke bazında savunma söz konusu olduğunda ikircikli bir pozisyonda bırakıyor.
Kendi mahallemden (yani Facebook’tan) arkadaşlarımın tepkilerine bakıyorum; hemen hepsi Engin Ardıç’ı sadece bu ifadesinden dolayı parmaklıkların arkasında görmeye çok hevesli. Ama aynı insanlar birkaç ay önce ODTÜ’lü öğrencilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretten gözaltına alınmaları karşısında öfke doluydu.
Bu bir çifte standart mı?
Önemlerini kıyaslamıyorum, ama kağıt üzerinde bakıldığında biri Cumhuriyet’in kurucusu, diğeri de Cumhuriyet tarihinde en uzun süre ülkeyi yöneten lider. Birisi bizim mahallede seviliyor, birisinden ise nefret ediliyor. Ancak benzer durum karşı mahallede de söz konusu olabilir; adaletin hakkaniyetli olması gerektiği ilkesinin önemi bir kez daha karşımıza çıkıyor. Sorunun yanıtı ifade özgürlüğünün toplumda ne kadar karşılığı olduğuyla alakalı.
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRI
Dünyanın en eski anayasasına sahip ABD’de ifade özgürlüğü bir numaralı ek maddeyle garanti altındadır ve kapsamının genişliği birçok Batılı bile anlayamaz. Bir süre önce bir podcast’te iki adam Hz. İsa’ya kaç para karşılığında “blop cop” (Hülya Avşar’ın literatüre katkısı) yapacaklarını tartışıyordu mesela. Kutsal değere hakaret etmenin daha uç bir örneği olamaz herhalde. Ama yaptıkları espriydi; esprinin iyisi de kötüsünü de anayasa koruyor.
Rencide edici ifadenin yaptırımı olması için savcıların devreye girmesi de gerekmiyor, serbest piyasada her zaman daha kolayı ve daha etkili bir yöntem vardır: Güner Ümit’in Alevilere yönelik şakası kariyerini bitirmişti. İfade özgürlüğü aynı zamanda protesto ve itiraz hakkı da demektir. Sanırım bizde ikisi de yok artık. ABD’deki radyocunun Hz. İsa şakasının Google’da bile izi yok, çünkü okur-yazar toplum espriyle nefret söylemi farkını da ayırt edebiliyor.
Eğer Atatürk’e birkaç kişinin hakaret etmesi, sıfat takması,mizaha malzeme etmesi değerini azaltıyorsa, mirası ve belleğimizdeki yeri bu kadar kırılgansa endişelenmemiz gereken daha büyük bir sorun var demektir. Halbuki toplumun Atatürk’e sadakati her zamankinden daha güçlü, arkaik kanunlara ihtiyacımız yok.
Kurum ve kişilere sahip çıkmak onların bıraktığı yerden toplumu daha ileriye taşımakla mümkün olur ancak. İfade özgürlüğüne ‘laissez-faire’ bir yaklaşım ilerlemenin olmazsa olmazıdır. Ne yazık ki, ilkeleri savunmak yer yer ilkesizleri de savunmayı gerektirir. Kim demokrasinin kendine ait bir mizah anlayışı olmadığını söyleyebilir ki?
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce