Solcu ve fakir: 50 yıllık gazetecinin banka hesabında sadece 3 bin TL var
Tuğrul Eryılmaz basın dünyasında çok iyi tanınan ama şöhreti gazete künyelerinin dışına çıkmayan bir gazeteci. Bu tabir çok ucuzlaşsa da “efsane gazeteci” de diyebilirim kolaylıkla.
Akademisyen olarak başladığı mesleki macerasında gazeteciliğe geçti. Yeni Gündem’i, Nokta’yı, Milliyet Sanat’ı yönetti, Sokak dergisi ve Radikal İki’yi çıkardı ve 50 yılın sonunda emekli oldu. “En son Radikal’den çağırdılar, bir daha da çağırmadılar zaten” diyor. Bir ara Oscar gecesi yorumculuk yaptığı televizyon kanalları bile çağırmaz olmuşlar.
Hikayesi kuşkusuz gazetecilikle de sınırlı değil. 68’de gençlik hareketleri dünyayı ve Türkiye’yi kasıp kavururken tam merkezindeydi. Mülkiye’de arkadaşları Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve hatta Mesut Yılmaz gibi isimlerdi.
İlginçtir, Eryılmaz gibi çok yönlü bir karakterin hayatı bugüne kadar hiç kamuoyuna mal olmadı. Oysa basın tarihinde kendi adıyla bir gazetecilik kültürü oluşturan isimlerden daha aşağı kalır bir etkisi ve önemi yok. Eğer bir “Abdi İpekçi gazeteciliği”nden söz edilecekse “Tuğrul Eryılmaz gazeteciliği” de var. Ne bileyim, Ertuğrul Özkök, Duygu Asena, Hıncal Uluç gibi isimlerden bir şöhretler karması oluşturulacaksa ilk 11’de kolaylıkla yer almayı hak ediyor.
Radikal İki’de Eryılmaz’ın yanında yetişen gazetecilerden ve bugün Milliyet’te yazan Asu Maro “68’li ve Gazeteci” adıyla Eryılmaz’ın hayatını kitaplaştırdı şimdi. Murathan Mungan kitabın adının “Solcu ve Fakir” olmasını önermiş ama yeteri kadar “ağır” ve “ciddi” bulunmamış. Halbuki Eryılmaz mesleki hayatı boyunca “ağır” ve “ciddi” olan ne varsa yerle bir etmekle de ünlü bir meydan okuyucu. Bunu bizzat biliyorum, çünkü ben de Radikal’de Eryılmaz’ın yanında yetiştim ve yazıyı inşa etmekten resim altı yazı yazmaya gazetecilik adına birçok temel bilgiyi ve daha fazlasını ondan öğrendim.
Ancak medya düzeninin ona hak ettiği ödülü vermediğini düşünüyorum. Özellikle de birikiminin ve yeteneğinin maddi karşılığını da hiçbir zaman almadı. Bu bizim işimizin nankörlüğü mü yoksa Eryılmaz’ın tercihi miydi, hep merak ettim.
Gazeteciliğin en önemli ayrıcalığı soru sorabilmektir. “68’li ve Gazeteci” vesilesiyle İstanbul’da buluştuk, ben de aklıma gelenleri, yıllardır onu tanımama rağmen daha önce hiç konuşmadığımız konuları sorma fırsatı buldum ve gazetecilik ayrıcalığımı sonuna kadar kullandım.
İki gün boyunca Tuğrul Eryılmaz okuyacaksınız.
(Bu söyleşi kısaltılıp düzeltilmiştir.)
***
Tuğrul Eryılmaz’ın hayatını Asu Maro yazdı.“HERKESTEN DAHA FAZLA HAK EDİYORUM VE BU YÜZDEN ÜNLÜ OLMAMAYA KARAR VERİYORUM”
İkimizin de daha rahat edeceği İngilizce bir soruyla başlamak istiyorum… ‘Would you rather be a jerk or an idiot?’ Herhalde ‘Hıyar mı olmak isterdiniz enayi mi’ diye çevirebiliriz.
Jerk. (Hıyar.)
Buna çok şaşırdım. Ben sizden ‘idiot’ beklerdim.
‘Idiot’ bayağı kötü bir şey. ‘Jerk’lükten bir şekilde yırtabilirsin, hıyarlıktan kurtulma şansın hep vardır ve ben hayatımda çok hıyarlık yaptım.
50 yıllık bir medya kariyeri ve milyonlarca dolarınızın olmadığına eminim…
Kaç param olduğunu söyleyeyim mi? Türkiye Ekonomi Bankası’nda toplam 3 bin 40 TL param var.
İşte bu enayilik değil mi?
O yüzden hıyar olmayı seçerdim. Çünkü enayiysen enayi olarak kalıyorsun. Bir sürü arkadaşım bana “Ulan oğlum biraz para biriktir” dedi. Ben evimi kıdem tazminatımla aldım, hiç utanmıyorum bundan. Ama hakikaten bir ‘idiot’ olma hali bu.
Aslında yanıtını bildiğim için sormayacaktım ama hadi sorayım. Benim hakkımda konuşmak bile istemediğinizi söylüyorsunuz kitapta. Neden?
Gördüğüm en parlak 10 genç gazeteci adayı varsa biri de sendin bunların. Fakat ünü –ki ben de severim aslında ama– sen galiba biraz fazla seviyordun. Köşe yazarlığına bir şey diyemem, alanım değil ama bu hırsın senin çok iyi bir gazeteci olmanı engelledi. O yüzden konuşmak istemedim. Zor geliyor insana baştan sevip çok umut bağladığı bir insanın gereğinden fazla hırslı çıkması.
Peki siz Ertuğrul Özkök veya Hasan Cemal kadar şöhretli ve zengin olmayı hak etmediğinizi mi düşünüyorsunuz?
Tam tersi. O kadar hak ediyorum ki… Şöhret olmamam gerektiğine karar veriyorum. Çok şöhretli olmam hiç işime gelmezdi ve beni bozardı. Hayatlarını benden daha keyifli yaşadıklarını bilsem hemen vazgeçerim, ama Hasan Cemal’e de bakıyorum, Ertuğrul Özkök’e de bakıyorum… Almayayım.
Hiç para pazarlığı yapmayı bilmiyormuşsunuz, patronların önereceğinden bile daha az istemişsiniz.
Tabii tabii… İnsan gençken başka türlü görüyor dünyayı. Kafanın bir yerinde hep “Ben bu işin altından kalkarım” hissi oluyor. 50’den sonra artık her işin altından öyle sandığın gibi kalkamayacağını görmeye başlıyorsun. Dahası muhafazakarlaşıyorsun, bundan daha kötü bir şey olabilir mi?
‘45’ine kadar solcu olursun, 45’inden sonra sağcı olmazsan aptalsın’ denir mesela Amerika’da.
Türkiye’de onun daha kötüsü var. 20 yaşında kadar sosyalist olmayan eşek, 40 yaşından sonra sosyalist olmaya devam eden eşekoğlueşek… Sistemin uydurduğu müthiş bir şey bu, ama bir gerçek payı da var. En baba Marxist, Lennist de olsan artık muhafazakarsan geçmiş olsun. Yıllar önce başkalarında aşağıladığım soruları ben sormayayım, başkalarında alay ve nefretle, küçümsemekle karşıladığım tavırları ben takınmayayım diye çok dikkat ettim. Ama kendimi bazen böyle çok yakaladım. Eyvah dedim.
Tuğrul Eryılmaz ve torunu.“PATRON BENİ TATİLE ÇAĞIRSA KAHRIMDAN ÖLÜRÜM”
Gazeteci zengin olmamalı mı?
İyi bir gazeteci Türkiye koşullarında zengin olmaz. Kafayı buna takmış durumdayım. İstersen bana servet düşmanlığı yapıyor diyebilirsin. İnan ki bunun da payı olmuş olabilir.
Zenginlikten tam kastınız nedir?
Yat, kat, patronun uçağına binmek, patronun teknesine binmek… Ya ben Ercan Arıklı’nın evini bir kere gördüm hayatımda. O da bütün Nokta’yı çağırmıştı. Aydın Doğan’ı hiç görmedim, neden göreyim? Hanzade Doğan’ı da iş dışında bir kere bütün ekibi yemeğe çağırdığında gördüm. Herhalde ölürdüm kahrımdan herhangi bir patronun ‘Hadi oğlum kalk gel biz tatile gidiyoruz’ dediğini duysam. Ne işim var, ben kendi oğluma bile bu canavarlığı yapmıyorum. Çocuğun bir tatili var, ‘Oğlum babanla gel tatile’ demiyorum. Patron babam da değil ki, ama Türkiye’de baba gibi görmek diye bir şey var. Ben kendi babamdan zor kurtuldum, yeni babalara ihtiyacım yok.
İlla tekneye gitmek gerekmiyor ama patronla yakın olmanın başka avantajları da olabilir. Mesela gazetecilik adına bir kriz çıkarsa daha rahat çözmek için…
Genel yayın müdürleri var, CEO’ları var gazetelerin. Onlar çözsün. Ben yayıncıyım. Öyle kalmak zorundayım. Beni etkilememeli. O insanlarla birlikte olunca kendini onlardan sanıyorsun. Sınıf diye bir şey var… Patronları bırak, ben bile Türkan Şoray’ın evinde iki-üç röportaj yaptım, bir süre sonra kendimi Türkan Şoray’ın en yakın dostu sanmaya başladım. Sonra kendi kendime ‘Sen manyak mısın’ dedim.
Belki bir gazetecinin de Türkan Şoray gibi evi olsa o kadar etkilenmeyebilir…
Hiç öyle değil. Keşke öyle olsa… Bu Kapitalizm işte, bunu bize dayatıyor. Benim bir marifetim varsa bu Kapitalist değerlere teslim olmamaya çalıştım hayatım boyunca. Kendimi hiç böyle ikna etmeye çalışmadım. Hak etmez miyim? Ne kadar zordur insanın 65 yaşından sonra insanın bir ev alacağım diye gidip zengin arkadaşlarından borç istemesi peşinat için. Nefret ediyorsun ama teslim olduğun anda bittin.
Ben hala bu medya düzeninde var olabilmenin ara yolunu merak ediyorum.
Ahlak diye bir şey var, ama o rezil orta sınıf ahlakından bahsetmiyorum. İnsanların yapmayacağı şeyler var ve bunu ancak sen kendi kendine öğrenebiliyorsun. Okuyarak, çalışarak, meslektaşlarınla kavga ederek bir yere geliyorsun. Sabah’ta da çalıştım, İstanbul Yeni Asır’da da çalıştım ama artık 50 yaşından sonra kimse beni Sabah’ta çalıştıramaz. Bu kadar basit. Orada bir ürün vermeyi bırak, adımın görünmesi bile beni rahatsız eder. Bu kazanılan bir şey. İstedikleri kadar bana kızsın solcu arkadaşlarım ama ben Marx’a borçluyum bunu.
Solcu arkadaşlarınız da para kazanmadığınız için mi eleştiriyor?
Onlar da bazen beni çok ağır eleştiriyorlar. Her sene Londra’ya gitmeseydin, diyorlar. Yahu niye gitmeyeyim? Gittiğimde de üniversiteden arkadaşlarımın kanepelerinde yattım.
Tuğrul Eryılmaz ve Sezen Aksu.“GAZETECİ EN FAZLA YÜZDE 25 TAVİZ VEREBİLİR”
Sistemin içinde kalmak önemli değil mi?
Ne pahasına kaldığın çok önemli. 12 Eylül’de ne utançtır benim için insanları okuldan atarken beni atmamaları. Yazgülü Aldoğan’lar, Bahri Savcı’lar gönderilmiş, kıyamet kopuyor… Öldüm kahrımdan, gittim istifa ettim. Dekan ‘Sen deli misin, sana bir şey olmayacak’ diyor. Ama orada kalan arkadaşlarım, onlarcası vardı… İyi ki istifa etmemişler. Ama her şeye rağmen olmaz. Üç tane burada taviz vereceğim ki, burada bunu söyleyebileyim… Onun dengesini buluyorlar.
Biz yüzdesi var mı taviz vermenin? Bir gazeteci ne kadar taviz vermelidir kendinden?
Vardır diye düşünüyorum… Yüzde 25’e kadar taviz verebilirsin. Ama taviz yüzde 25’i geçtikten sonra kendini sorgulamaya başla. ‘Ulan ben neden bu işi yapıyorum hala’ de. Çünkü bizler iyi-kötü dil biliriz, mürekkep yalamışlığımız var. Başka şanslarımız var. Ne olacak, bin lira daha az kazanırdım, çocuğumu da okuturdum, ben de geçinirdim.
Ama geçmişinize bakıyorum, bir sürü yerden erkenden istifa etmişsiniz. Çok erken verilmiş tepkiler değil mi?
Bir noktaya geliyorsun ve orada yavaş yavaş senin kişiliğin de törpülenmeye başlıyor. Çok alçak bir insan değilsen bunu fark ediyorsun. ‘Yavaş yavaş galiba buna da evet diyeceğim, bunu da kabul etmeye başlayacağım’ diyorsun. Ben biliyorum ne yapılması gerektiğini, bu sistemde çalışıyorum, çok taviz vereceksin.
“Lanet olsun, bu okura değmez, bu ülkeye değmez, ne istiyorlarsa yapayım” noktasına gelmiyor musunuz?
50 kere gelmişimdir. Ama bu kavgaları hep ‘Bana bunu yaptıramayacaklar’ diye bitirmişimdir. Bunu hep kullandım. ‘Ben bunu yapmayacağım’ diyebildim.
Bunca sene nasıl medyada iş buldunuz?
Çünkü işi biliyorum, sırrı orada. Bir süre çok güzel gitti böyle, ama artık bu da kimsenin umurunda değil. Biz bunu yaptık, ben de böyle yaşadım. Ben zanaatkarım, gazetecilik de bir zanaat. Başlık nasıl atılır, habere nasıl girilir, altyazı nedir falan bilmek marifet. O yüzden hep çağırdılar beni. Hiçbirinden iş istemedim şimdiye kadar. En son Radikal çağırdı sonra da bir daha kimse çağırmadı.
Yine de 50 sene kalabilmişsiniz ama.
Yetmedi demek ki. Bazen yetmiyor. İnsanlara bütün söylediğim masanın öteki tarafına geçmemeleridir. Bir sürü gazeteci kendisi CEO olarak tanımlıyor. İnanamıyorsun, nereye düştüm ben, diyorsun onları gördükçe. Nasıl bunu kendine yaparsın diyorsun. “Gençken yapıyorduk” diyebilirler. Ama şimdi de ‘Artık biraz kendimizi toparlayalım’ demek yerine yaşa sığınmaya başladığın anda yanmışsın.
50 yıllık bir gazetecinin hesabında 3 bin TL olması kimin ayıbı?
Kapitalizmin ayıbı.
Genelevde bakire misiniz?
Yok… Genelevde bakire olmak da korkunç bir şey. Yani güzel bir laf vardır, bazı şeyler kaçınılmazsa keyfini çıkar ama tadını kaçırma. Türkiye’de tadı kaçırılıyor bu işlerin. Arada bir vermekle kimseye bir şey olmaz.
Ayarı ne peki?
Vicdan. Hakikaten vicdan. Gazeteciler için çok önemli bir kavram vicdan. Dünyanın en parlak gazetecisi olabilirsin; çıkardığın bütün yayın organları yüzbinler satar, bütün patronlar seni transfer etmek için peşinden koşarlar. Ama vicdan insanı durdurabiliyor; ben bunları hep birazcık varsa Marxist kültürüme borçluyum.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce