Bir manifesto girişimi: Elveda sosyal medya
Bilgisayar mühendisi Cal Newport önceki gün New York Times’da Steve Jobs’ın aklındaki iPhone’un bugün kullandığımızdan çok daha farklı olduğunu yazdı. Lansmanı sosyal medya devri öncesinde yapılan ilk iPhone “Telefon da çeviren bir iPod” diye sunulmuştu Jobs tarafından. Müzik dinleyecek, e-mail’lere bakacak, fotoğraf çekecek ama hayatımızın merkezi, vücudumuzun bir uzantısı olmayacaktı. Hatta daha kuruluşundan itibaren yazılımla donanım üzerinde tek söz sahibi olan Apple ilk başlarda App. Store’u üçüncü partilere açmamıştı bile. Jobs’ın ömrü yetseydi görüşleri de değişir miydi, bilmiyorum, ama son zamanlarda kendi kendime telefonumdan uzak kalabilme denemeleri yaptığım için bu bakış açısı dikkatimi çekti.
Bütün gün kulaklıkla dolaşan, telefonu kullanmasa bile ya podcast ya da müzik dinleyen biri olduğum için kolay değil. Geçenlerde tam kapıdan çıktığımda telefonumu evde unuttuğumu fark ettim ama bile bile geri dönüp almadım. Yanımda arkadaşlarım vardı, o yüzden kulaklığa ihtiyacım yoktu zaten. Taksi falan çağırmak gerekirse de onlar halledebilirdi.
O gün çok güzel geçti. Sohbetlerden daha çok keyif aldığımı, gezdiğim sokakları daha dikkatli incelediğimi fark ettim. Yanımdaki arkadaşlarım arada telefonlarına baktığında da çok garip geldi. Halbuki normal şartlarda ben de telefonuma sık sık bakıyorum.
ÇEVRİMDIŞI HAYATIN ÇEKİCİLİĞİ
Ama aklım dönüp dönüp geçen sene yılbaşını geçirdiğim Küba’daki bir haftalık “offline” hayatıma gidiyor. Küba’ya hayran olduğum için değil. Ama ‘roaming’ ücretleri astronomik, dahası para ödemeye razı olsam bile mobil İnternet de yok denecek hızda olduğundan telefonum hep boyunca uçak modundaydı. Dikkat dağınıklığım azalmış, bitiremediğim kitapları hızla okuyup keyif almaya başlamıştım. Bu huzur uçağa binip İnternet’e bağlanana kadar sürdü tabii.
Son bir senedir de kendime o haftaki zihin berraklığını yeniden sağlayacak bir ortam yaratmaya çalışıyorum, ama başarılı olamıyorum. Daha önce sadece belli merkezlerde olan mobil İnternet şimdi Küba’da da yaygınlaşıyor, ücreti çok yüksek olsa bile zamanla bu son çevrimdışı ada da günümüzün gereklerine teslim olacak.
Yapılan bütün araştırmalar sosyal medya ve akıllı telefon kullanımının dikkat dağınıklığı ve hiperaktivite bozukluğunu daha da tetiklediği yönünde. Bu durumdan mustarip olan biri olarak da “online” dünyaya karşı sadece şahsi küçük tedbirler alarak mücadele etmeye başlıyorum.
Bu sene kararlıyım; teknolojik gidişatın aksine yürüyeceğim.
BÜTÜN UYGULAMALARI SİLDİM
Geçen hafta sonu ilk olarak telefonumdan Instagram, Twitter ve Facebook uygulamalarını sildim. Her olaydan anında haber alamıyorum, evet, ama bir haber ajansı yönetmediğim için buna mecbur da değilim. Aksine olayların üzerinden biraz vakit geçince, ertesi gün gazetede okuduğumda sindiriyorum, daha detaylı ve doyurucu bilgiye sahip oluyorum. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Elim telefona gitmeye devam ediyor; refleks çünkü. Ama kendimi oyalayacak bir uygulama bulamadığım için tekrar cebime koyuyorum.
Sosyal medyadan tam olarak kopmadım, ama bilgisayar başında gelen mesajları, like’ları, mention’ları kontrol ediyorum ve şimdilik çok bir şey kaçırmadım sanırım. Tabii daha sadece birkaç gün oldu. Bir süre daha bu orucu sürdürmeye niyetliyim.
Herkese de aynısını tavsiye ediyorum.
Ne ironik, Twitter ilk yaygınlaşmaya başladığında ilk kullanıcılarından ve savunucularındandım. Hatta Hıncal Uluç’un itirazlarına karşı onu dinozorlukla bile itham etmiştim. Şimdi gemiden ilk atlayan olmaya hazırlanıyorum.
***
Neslimin en parlak beyinleri sosyal medya yüzünden delirdi
Sosyal medyanın ilk başlarda vaat ettiği açık toplum hayali kısa sürede otoriterliğin dünya çapında yükselmesine neden oldu; bunu zaten biliyoruz. Yalan haberlerin saf ve temiz insanların nasıl beynini yıkadığına sadece Rusya’nın Amerikan seçimlerine müdahalesini inceleyerek değil, yakın akrabalarınızla yapacağız bir siyaset sohbetinde de tanık olabilirsiniz.
Siyasi duruşu muhalifse büyük ihtimalle Air France uçağının olduğu görüntüye dayanarak İstanbul’un yeni havalimanına su bastığını iddia edeceklerdir. Air France’ın o havalimanına uçmadığını, hatta Türkiye uçuşlarını da Joon adlı alt markasına bıraktığını söylerseniz de size değil “gördüklerine” inanacaklar.
Oysa 2009’da İran’daki ayaklanmalar sırasında Twitter’ın dünyaya demokrasi getireceğine inanıyorduk. Aynı yanılsamaya 2011’deki Arap Baharı’nda da kapıldı dünya. O ülkeler eskinden daha kötü durumdan şimdi. 2013’teki Gezi fenomenleri nerede, bilmiyorum bile.
O zamanlar akademide sosyal medya üzerine yapılan araştırmalar yoğun iyimserlik taşıyordu, şimdi sosyal medya ve faşizm arasındaki bağ üzerine çalışmalar yapılıyor.
GAZETECİLERİN PAYLAŞILMA HASTALIĞI
Sadece küresel siyasette değil, sosyal medyanın gündelik hayatımızdaki ilişkileri de olumsuz etkilediğini gözlemlemeye başladım.
Özellikle bizim meslekte gazeteciler epeydir paylaşılma rakamlarıyla kafayı yediler, bu durumun da mesleğe fazlasıyla zarar vermeye başladığının farkında değiller. Her yazı “Ne kadar paylaşılır” diye yazılıyor artık ve bu formül de kendisini fazlasıyla belli ediyor. Çeşitli sitelerde “Kiminki daha büyük” yarışı gibi sunulan “Paylaşılma tabloları” da koskoca gazetecilerin bile kimyasını bozuyor. Oysa medya sadece rekor paylaşım ve tık sağlayacak içeriğe teslim olmamalı; topluma ve tarihe karşı sorumluluk gerektiğinde hiç okunmayacak, hiç paylaşılmayacak haber ve yazılara da yer vermeyi şart koşuyor. Epeydir gazeteciliğin önceliklerini unuttuk.
Baskı altındaki geleneksel medyaya karşı sosyal medyanın özgür bir vaha olduğunu düşünenlere de kötü bir haberim var: Sosyal medya sadece bir özgürlük simülasyonu sunuyor. En basitinden yasa ve başka güç odaklarının baskısından bağımsız değil.
Allen Ginsberg’ün meşhur dizesini biraz bozarak söylersem neslimin en parlak beyinlerinin sosyal medyada kafayı yediklerine tanık oldum ve bu durumdan korkmaya başladım. Eskiden film, kitap konuştuğum arkadaşlarım şimdi tweet’lerden bahsediyor bana. Zaten epeydir her türlü yargıya başlığa bakarak varılıyor.
BEN HAVLU ATIYORUM
Kendi adıma bu sosyal medyadaki paylaşım yarışında da havlu attığımı söyleyebilirim. Halbuki algoritmayı, paylaştırma taktiklerini, “clickbait” yani “gel gel” yapan başlık atmayı gayet iyi biliyorum. Hangi saatlerde hangi tweet’in atılması gerektiğini, hangi platformda nasıl yazının paylaşılması gerektiğinin matematiğine epey vakit harcadım. Sonunda bunun boş olduğunu anladım ve pes ediyorum. Çünkü bunun sonu yok. Dahası okur da aptal değil; iyi içerik sunuyorsak biz gözüne sokmasak da ne yapıp edip buluyor. Kötü bir yazıyı istediğimiz kadar paylaşalım, reddediyor.
Nitekim, bütün varlığını sosyal medyaya borçlu olan ve sadece beş sene önce dünya medyasının yıldızı konumundaki BuzzFeed şimdi kimlik krizinde. Ne hedeflerinim tutturabildi, ne de kurumsallaştı. Benzer şekilde sosyal medyayla yükselen ve o dili kurumsallaştıran bir başka yükselen yıldız Vice da ciddi anlamda küçülüyor. Her iki kurum da büyük bir tensikat dalgasına hazırlanıyor.
Bu durum beni hiç şaşırtmıyor. Yaşlanıyorum belki. Bu çağın görünen gereklerine karşı eskimiş gibi görünen bir anlayışın peşindeyim. Niceliğe karşı nitelik…
Kimin haklı çıkacağını görmemiz çok uzun sürmeyecek.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce