Demokrasinin ölüm fermanı
Zaman zaman bir makale akademinin sınırlarını aşıp topluma mal olur ve bazen senelerce tartışılır. Francis Fukuyama’nın “Tarihin sonu” böyle bir çalışmaydı, Thomas Pikkety’nin “Kapital” kitabı da. Eylül başında Lisbon’daki siyasi psikoloji konferansında sunum yapan UC Irvine profesörü Shawn Rosenberg’in çalışması da bugünlerde çok tartışılıyor, önümüzdeki yıllarda daha fazla atıf yapılması muhtemel.
Yale ve Oxford’da eğitim almış Rosenberg demokrasinin bittiğini iddia ediyor. Ta Eflatun’un “Devlet” eserinden beri demokrasinin tehlikeleri ve yetersizlikleri tartışılıyor, ama Rosenberg’inki bir uyarı atışı değil düpedüz yenilginin kabulü.
Politico’da yer alan habere göre Rosenberg önümüzdeki on yıllarda dünyada Batı tipi demokrasilerin azalacağını, ayakta kalan demokratik devletlerin de içine kapanarak kendilerini koruyacağını iddia ediyor. Demokrasinin yerini ise seçmene karmaşık sorunlara basit çözümler üreten popülist sağcı hükümetler alacak.
ÇOĞUNLUĞUN KAPASİTESİ YETERLİ DEĞİL
Bunun ilk örneğini İngiltere’nin içine düştüğü Brexit bataklığında gördük. Cahil çoğunluk özellikle “Türkler geliyor” diye korkutularak hiç anlamadığı, detaylarına hakim olmadığı bir referandumda 'hayır' oyu verdi ve ülkeyi içinden çıkamadığı bir kaosa sürükledi.
Rosenberg’e göre bu gibi krizlerin nedeni insanların demokrasinin nasıl bir emek gerektirdiğini kavrayacak bilince ve duygusal yapıya sahip olmamaları. Sorun sağcı liderler ya da sistemler değil, biziz. Çoğunluğun kapasitesi demokrasinin nasıl işlediğini anlamaya yetmiyor, tıpkı Eflatun’un asırlar önce dikkat çektiği gibi demokrasi kendi içinden otokrasiyi doğuruyor. Birçok diktatörün göreve demokratik yollardan gelmesi gibi.
Demokrasinin seçmenlerden bir beklentisi yüksek miktarda bilginin arasından iyiyle kötüyü ayırt edebilmesi, gerçekle doğrunun farkını görebilmesi. Bu mantık, özen ve disiplin ne yazık ki pek çokları için yorucu. Tam da bu noktada insanların açığını fark eden sağ siyaset devreye girerek seçmenin düşünerek kendini yormamasını sağlıyor. Detaylı inceleme ve analiz gerektiren konular basit, anlaşılabilir ve yüzeysel sloganlarla seçmenin önüne sunuluyor. Ayrıntıyı bilmeyen, bilmek için çaba sarf etmeyen seçmen de tamamen demokratik gibi görünen seçim ve referandum gibi yöntemlerle otokrasiye yol açıyor.
İnsanın zaaflarından biri önyargılarına kolaylıkla yenilebilmesi, Rosenberg’e göre. Bu önyargılar beynimize en hayati noktalarda bile yön veriyor. Örneğin Türkiye’deki bütün Afrikalı göçmenler bir ara uyuşturucu satıcısı zannedilirdi. Benzer şekilde şimdi de Suriyelilere karşı hayali birçok negatif özellik atfediliyor; yeteri kadar eğitilmemiş beyinler de kendi önyargımızın aksi veriler ve delileri bastırıyor, görmezden geliyor. Siyasetin fanatik futbol taraftarlığı gibi seçmenin gözünü döndürmesi yüzünden insan objektif bakışını yitirebiliyor. Tayyip Erdoğan’a tapınan seçmenle ondan nefret edenin davranış biçimlerinde bu zaafı görmek mümkün. Rosenberg’e göre insan beyni modern demokrasiye uygun değil, demokrasiye uygun yapılmamışız.
ELİTLER ARTIK TOPLUMU KORUYAMIYOR
Geleneksel olarak popülizm tehlikesine karşı toplumlarda elitlerin devreye girip rejimi koruması beklenir. Ancak dünyada sağ siyasetin önderliğinde popülist politikalar yükselip yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve otoriterlik belirleyici oldukça elitler de toplum üzerindeki etkilerini yitirmeye başlıyor.
Ekonomik ve entelektüel piramidinin en üstünde yer alan bu elit sınıf (milletvekilleri, gazeteciler, profesörler, hakimler vs.) daha fazla demokrasi sunacağı düşünülen sosyal medya yüzünden güç kaybediyor. YouTube ya da Twitter gibi alternatif mecralardan haber alan, çoğu zaman da yanıltılan seçmen geleneksel medyaya güç kaybettiriyor. Ortaya çıkan da Hillary Clinton’ın pizzacının bodrum katında çocuk fuhuş zinciri işlettiği gibi palavralar.
O pizzacıya bizzat gittim, bodrum katı bile yoktu ama buna rağmen hala bu yalana ciddi ciddi inanan insanlar tanıdım. Belli ki düşünmek, inandığının aksi bir gerçeğin olabileceğini görmek yorucu geliyor.
Popülist sağ siyasetin seçmenden tek bir talebi var: sadakat. Düşünmeleri, sorgulamaları falan istenmiyor, devlet babanın onlar için en iyisini yapacağına inanılması bekleniyor. Seçmen yorulmasın, sadece körü körüne sağ siyasete bağlı olsun. Amerikalı seçmenin çoğunluğunun demokratik kültürün değerlerini anlayacak durumda olmadığını, vatandaş olmanın gerektirdiğini yapmaktan da uzak olduğunun altını çiziyor. Sadece kendilerinden isteneni yapan seçmen demokrasiye de en büyük tehdidi oluşturuyor. Tam da bu yüzden demokrasi tehlikede değil, düpedüz ölüyor.
*
Kötü diziler dönemi başladı
Çok fazla televizyon dizisi yapılıyor, çok fazla streaming hizmeti veren firma çıkmaya başladı ve sonucunda kalite çıtası giderek düşüyor. Bunun son örneği Netflix’te başlayan “The Spy” dizisi.
Lise müsameresi ya da TRT dizisinden hallice bu yapım amatör kamerayla çekilmiş gibi duruyor ilk başta. O renk ayrımı nedir, hiç mi sinematografi bilmezler?
Film noir ya da casusluk filmleri uzmanlarının acı acı güleceği kadar zayıf merak unsuru. Alfred Hitchcock bombanın patlamasının değil bombanın patlayacağı ana kadar geçen sürenin asıl gizemli olduğunu söyler ya, “The Spy”da gizemi daha ilk sahneden anlamak mümkün. Toplam altı bölüm zaten gerçek olaylardan esinlenen dizi, ama hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile nasıl sonlanacağını anlamak mümkün.
Bir de çok övülmesine rağmen ben hala Sacha Baron Cohen’i oyuncu olarak ciddiye alamıyorum. Hele hele bıyıklı hallerini her gördüğümde Borat aklıma geliyor.
En şaşırdığım ise “The Spy”ın bir de “kaliteli dizi” olarak anılması. İşte, diyorum ya, çıta iyice aşağılara çekildi diye.
Daha da kötü bir dizi, diziden bile kötü bir oyunculuk isteyenlere ise Fox News’ün kurucus Roger Ailes’i anlatan “The Loudest Room”ı öneririm. Başrolde boyalı balon olarak Russell Crowe var; herhalde dünyanın en kötü makyajı bu dizide. Ağdalı oyunculuk Türk dizileriyle yarışır, senaryonun amatörlüğü ise utanç verici. Ve, evet, bu da kaliteli diziler arasında yer alıyor.
Son zamanlarda diziler yerine daha fazla film, hatta eski film izlemem de bundan. Beklediğimi vermemeye başladı hiçbiri. Bu yüzden Disney+ ya da Apple TV+ da ilgimi çekmiyor.
Bu yaz sezonunda ise tek bir dizi ilgimi çekti: “Grand Hotel.” O kadar kötü ki bu yüzden çok iyi. En azından iddiası yok, kötü olduğunu, atıştırmalık niyetine fonda izleneceğinin farkında. Son ana kadar da merak ettirmeyi becerdi.
*
Bir çalıntı vak’ası değil
Hayır bu sefer Elif Şafak kitabı değil, kolonyalı mendil ambalajı konu.
Kolonyalı mendilin bir fetişizme dönüştüğü ve insanların ellerini yıkamaktansa bu ıslak mendillere sığındığı İstanbul lokantalarında karşıma çıktı Eyüp Sabri Tuncer’in küçük paketleri. Ambalajı dikkatimi çekti çünkü fazlasıyla tanıdıktı.
1692’den beri hizmet veren Parisli çay markası Dammann Frères’in poşet çay paketlerinin aynısı. Esinlenmişi değil, birebir aynısı. Birçok havalimanı yolcu salonu ya da lüks otellerde bu poşet çayları bulmak mümkün. Yıllardır Dammann’dan çay yaprakları alıyorum, seyahatlere de poşetleri götürüyorum.
Önüme kolonyalı mendil gelince önce yemek sonrası çay ikramı zannettim. Neyse ki gözüm hala görüyor.
Hafifletici neden olmaz da bu kadar bilindik bir ambalajı çalmak da cahil cesareti değil mi? Birinin de fark etmeyeceğini mi düşünüyorlar?
Biraz araştırdım, Eyüp Sabri Tuncer’in iletişim ajansı J Lo konserine Kim Kardashian’ın geleceği yalanını duyuran ajans çıktı. Bu yalanı da nasılsa kimse fark etmez diye pazarlamışlardı.
Zaten genelde hep olağan şüpheliler oluyor bu işlerin altındaki isimler.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce