Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Ekrem İmamoğlu’nun Paris’te Père Lachaise mezarlığındaki fotoğraflarını görünce aklımdan ilk geçen yine tatile mi gittiği oldu. Malum, sonbaharda Paris bir başka güzeldir. Meğerse ekonomik bir zirve için gitmiş, yatırımcılarla toplantıya katılmış, 30 şirketin üst düzey yöneticiyle bir araya gelmiş. Bu gibi davetlerin artacağı, kısa süre içinde çeşitli bahanelerle İmamoğlu’nun New York ve Londra gibi başkentlere de gideceği ortada.

Daha evvel Recep Tayyip Erdoğan gibi başka belediye başkanları da yurtdışında çeşitli konferanslara, toplantılara katılmışlardı. Ancak İmamoğlu’nun Paris ziyaretinin rutin bir toplantıdan öte bir anlamı da var. Batı’dan kabul gördüğünü, kapıların ona açıldığının ilk işareti bu. Zaten bu yüzden de devamı gelecek diyorum, çünkü davetlerin ardı arkası kesilmiyor. Her yerden aranıyor, çağrılıyor İmamoğlu.

BATI NASIL DAVET EDER

Ayrıntıyı bilmeyip komplo teorilerine yatkın kafalar ilk günden beri Ekrem İmamoğlu’nun bir proje olduğunu söyleyip duruyor. Kimin projesi olduğu sorana göre değişiyor, ama Batı’yı işaret edenlerin sayısı hiç az değildir. Halbuki Batı’da kurumların kabulü önceden işlemiyor; birisi kazansın diye seçilmiyor, kazanana kapılar sonuna kadar açılıyor.

Önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanı adayı olarak ülkeyi yönetmeye talip olduğu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar ortada olan İmamoğlu’nun bu gibi ziyaretler yapması doğal. Yine Erdoğan’ın seçilmeden önce Beyaz Saray ziyaretini hatırlatmak isterim. ABD’deki siyasi gidişata ve İmamoğlu’nun potansiyeline göre bir süre sonra Washington’da görmek şaşırtıcı olmaz İmamoğlu’nu. Yıldızı parlayıp popülerliği yükseldiği, siyasette iddiası arttığı sürece oyun kurucular onu bağrına basacaktır. Bu onu proje yapmaz, sadece oyunu kuralına göre oynayan bir siyasetçi haline getirir.

Sonuçta Washington ilerideki olası muhatabını şimdiden tanımak ister. Ama kapıdan içeri girebilmenin, kulübe üye olmanın şartı da somut bir başarı göstermektir. İmamoğlu tarihin akışını değiştirme potansiyeline sahip oldu seçim zaferleriyle. (Muharrem İnce’nin geçen seçimden önce “Amerikalılar beni aradı,” lafının yalan olduğu da buradan belli; kimse o “Amerikalılar” neden bir dershane hocasını arasınlar?)

Ancak hata yapmaya başladığında ya da, diyelim, Ali Babacan gibi yeni figürler siyasette önüne geçtiğinde de bu kapılar hızla kapanır. Düşünce kuruluşları, yatırım bankacıları falan ileride işlerine yaracak isimlerle ilişki kurmak isterler.

Ekrem İmamoğlu’nun bir handikabı henüz İstanbul’da kendisini kanıtlamadan Cumhurbaşkanlığı kampanyasına başlaması. Erken seçim senaryoları, Türkiye’de yarın ne olacağının bilinmemesi, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibi potansiyel rakiplerinin çıkması onu şimdiden adaymış gibi davranmaya mecbur ediyor. Avantajı kendisini destekleyen kitlenin hipnotize olarak ona hiçbir yanlış yapmazmış gibi yaklaşması. Zaten bu yüzden hiçbir eleştiri üzerine yapışmıyor.

OYUNU KURALINA GÖRE OYNUYOR

Ekrem İmamoğlu kısa sürede hem kendisini İstanbul’a kazanmak hem de bir yandan dünyada bir yandan da Türkiye’de çaktırmadan seçim kampanasını sürdürmek zorunda. Bu açıdan bakıldığında doğru yapıyor, oyunu kuralına göre oynuyor denebilir.

Her şeyi kitabına göre yapma, her stratejik adımı oya dönüştürme liderliğin olmazsa olmaz şartları. Ekrem İmamoğlu eğer bir projeyse bu kendi kendine Bodrum seyahatinden sonra başlattığı bir proje bu. Arkasında kendisi var.

Bundan böyle daha da kontrollü adımlar atacağı, Turgut Özal gibi her kesime oynayan bir lider adayı olarak davranacağını, İstanbul belediye başkanlığını da bir platform olarak kullanacağı ortada. Dünya da buna hazır zaten, o yüzden davetler geliyor.

Tabii ben keşke Paris’e “fashion week” için gitseydi, diyorum. Keşke Türkiye biraz normal bir ülke olsa, şehirlerimizin acil çözüm bekleyen sorunları olmasa, seçimden seçime koşturmasak, her siyasetçi de stratejik davranmak zorunda kalmasa ve biraz eğlenebilseydik. Fena mı olurdu İstanbul’un Paris’e moda haftasını takip etmek için giden bir başkanı olsa ve onunla defile sonrası yanımıza Carine’i de alıp Hôtel Costes’ta karşılıklı bir kokteyl içsek?

*

“Downton Abbey” yine bildiğiniz gibi

Filmler Cuma günleri vizyona giriyor ya, çoktandır bekleyemeyenler için Perşembe gece gösterimleri de var. İşte böyle bir Perşembe gecesi, geçen hafta, koşa koşa “Downton Abbey” dizisinden doğan sinema filmine gittim. Altı sezon bizi oyalayan bu kostüm dramanın anlatacak ne hikayesi kalmış diye sorgulamadan elbette.

Eğer hiçbir beklentiniz yoksa, derdiniz eski tanıdıkları görmek, zenginliğin ihtişamında iki saat geçirmek, kostümleri incelemek, mutfakta neler piştiğine ve hizmetlilerin kendi aralarında ne dedikodular yaptığına tanık olmazsa benim gibi çok eğlenebilirsiniz filmde. Hatta keşke bu dizi bir “Yalan Rüzgarı” gibi hiç bitmese, yıllarca devam etse diye içimden geçti ve eve döner dönmez eski bölümleri şöyle bir izledim. Tabii hemen düşmek üzere olduğun bu çukurdan kendimi çıkarmayı ve gerçekliğe dönmeyi başardım.

“Downton” başladığında adeta yer yerinden oynamıştı, sonra sakız gibi uzadığında etkisini biraz kaybetti ama yine de televizyon tarihine yer etti. Hala çekildiği şatoyu yüzlerce pound ödeyerek gezmek mümkün ve turlar çok önceden satılıyor. Maggie Smith’in “Hafta sonu mu, o da ne?” lafına sürekli atıfta bulunuluyor.

Film de dizinin meraklılarına hitap eden, eğlenceli bir atıştırma. Konuyu, hiçbir anlamı olmayan küçük gelişmeleri falan önemsemeden izlemek çok güzel.

Her klişe filmde olduğu gibi bu filmde de Downton’ın neden devam etmesi gerektiğine dair finale yakın bir konuşma var. Alt katla üst katın birleştiği nadir anlardan biri… O kadar kötü ve o kadar klişe, ayrıca İngiliz sınıf sisteminin öyle bariz bir ürünü ki, “Cumhuriyetçi” ve eşitlikçiyseniz kahkahalarla gülmemek elde değil. Ama tam da bu yüzden gayet güzel ve tatmin edici.

*

Sehpanın üstünde yer alması gereken bir kitap

Fiyatı 65 dolar ama değer sanki. Bir zamanlar Anna Wintour “New York’ta hepimiz Bill Cunningham için giyiniyoruz,” demişti New York Times’ın “Sokak Modası” fotoğraflarını çeken efsane fotoğrafçı hakkında. Fotoğrafları kadar kendi hayatı da ilginç olan Cunningham hakkında belgesel yapıldı, bu dünyadan göçüp gittiğinde moda ve kültürdeki boşluğu hala dolmadı.

Bill Cunningham’ın New York sokaklarında çektiği ve her Pazar yayımladığı fotoğraflar dünya basınında, hatta Türkiye’de de taklit edildi ama hiç kimse onun gördüğü gibi göremedi.

Şimdi bu fotoğraflar nihayet derlenip toplanıp kitap olarak yayımlandı.

Ve sehpalarımın üstündeki en güzel yeri hak ediyor. Bak bak New York’ta insanların nasıl giyindiğini gör, şehrin eksantrik karakterlerini tek bir fotoğraf karesinden tanı, dünyanın en hızlı yaşayan şehrinin en çok koşturan karakterlerini gör.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar