Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İnsanların çok iyi olduğu bir dünyaya özlem duyuyorsanız…

Öyle anlaşılıyor ki sosyal mesafe tedbirleri uzun süre hayatımızın parçası olacak ve belki de bundan sonra birbirimizin elini sıkamayacağız. Bu ihtimal belirdiğinden beri aklımın bir yerinde ‘Paul Hollywood’un meşhur el sıkışı ne olacak’ sorusu dolanıyor. Bağımlısı olanların çok iyi tanıdığı gibi Hollywood dünyayı birbirine katan “The Great British Baking Show”un (ya da orijinal adıyla “The Great British Bake Off”un) jürilerinden biri. Yıllarca otellerde çalışan ve fırıncılık konusunda uzman olan Hollywood yarışmacılardan çok beğendiğinin nadiren elini sıkıyor. Onun birinin elini sıkması yarışmanın kendi alternatif gerçekliği içinde birinin ulaşabileceği en yüksek onurlardan biri. Bundan sonra el sıkamayacaksa ne yapacak Hollywood?

Bu programı bilmeyen kalmadı; birkaç bölüm izlendiğinde de bağımlılık yapıyor. Ama özellikle karantina günlerine çok uygun. İnsanların birbirine karşı nazik, saygılı ve sevgi dolu olduğu bir masal dünyası aslında “Bake Off.” Herkes birbirinden iyi ve yardımsever. Televizyon yarışmalarında rakibinin ayağını kaydırmak isteyenlerin aksine gerçek bir dostluk havası var çadırın altında. Dahası, bu kadar sıradan insan nasıl pasta-hamur işleri yapımında uzmanlaşmış; anlamak mümkün değil. Benim diyen pasta şefini işsiz bırakır.

İngiltere’de ortalık birbirine girmişti program başka kanala geçip, diğer jüri Mary Berry ayrılınca. Ama doğrusu gelen gideni hiç aratmıyor. Aynen keyifle izleniyor. İki-üç bölüm arka arkaya. Programın bir diğer iyi tarafı da yapılan tariflerin çok zor oluşu, o yüzden ekran başında ilham alıp kendinizi mutfağa atmaya kalkışmıyorsunuz bile.

*

Yükselen faşizmle ilgili kör gözün parmağına ders niteliğinde dizi peşindeyseniz…

“The Wire” ve “Treme”nin yaratıcısı David Simon özellikle Trump-sonrası siyasi iklimde böylesi bir diziye para yatırmanın, çekmenin tek nedeninin mesaj vermek olduğunu söylüyor. Altı bölümlük “The Plot Against America”da mesajdan bol şey yok. Ama günümüze bariz göndermeler hepsi. Philip Roth romanı yazdığında ortada Donald Trump yoktu ama Amerika’ya bir gün faşizmin gelebileceğini hayal etmişti.

Konu meşhur pilot ve Nazi sempatizanı Charles Lindbergh’in seçimlerde FDR’ı geçip Başkan olması hakkında bir distopik fantezi. Bu alternatif tarihte yaşananlar da New Jersey’nin Newark şehrinde yaşayan Yahudi bir ailenin, Roth’ların perspektifinden aktarılıyor. Romanda dokuz yaşındaki Philip ileriden geçmişi anıyordu, dizide ise aile bireylerinin hikayeleri ayrı ayrı işleniyor. Lindbergh’in başkanlığıyla birlikte Amerika övündüğü değerlerden şaşmaya başlıyor ve toplum bölünüyor, kutuplaşıyor. En ilginç tarafıysa hem romanda hem de dizide böylesi kriz zamanlarında gerçekliğin önemini yitirdiğinin vurgulanması. Ne yalan söyleyeyim, normal şartlarda bu didaktik tondan hoşlanmazdım. Ama olağanüstü zamanlarda beğeni çıtası ister istemez düşüyor. Romandakinden farklı son da yine mesaj kaygılı ama yerli yerinde.

*

Türk spor basınının yakın tarihini öğrenmek istiyorsanız…

Önereceğim iki yazıya da biraz dolambaçlı bir şekilde ulaştım, o yüzden biraz sabırlı olmanız gerekiyor. Socrates adlı futbol dergisinde “Televole” hakkında hemen hemen bütün ekibin kendi başından geçenleri anlattığı mükemmel bir “sözlü tarih” dosyası yayımlanmış. Bugünün gençlerine “Televole” pek bir anlam ifade etmiyor olabilir, ama bu televizyon programının 90’lardan 2000’e basındaki çürümenin en önemli ayaklarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Adını tamamen unutmuşum, Akın Sel diye bir Beşiktaş muhabiri vardı o yıllarda ve Televole kültürünün en önemli çimentolarından bir oymuş. Okuduğumda siması gözümde canlanıverdi, ama biri söylemese kırk yıl aklıma gelmezdi. İronik değil mi, çöplükte var olanların kendilerini tarihin çöp tenekesinde bulması da çok hızlı oluyor. (Programın isim sahibi Ali Sami Alkış’mış, tıpkı “Maraton”un olduğu gibi. Sahi o nerelerde?)

Akın Sel
Akın Sel

Kültürel inceleme konusunda bir kaynak Socrates’in dosyası. Bir de çok bilinen bir yanlışı düzeltiyor: Meğerse Şenkal Atasagun hiçbir zaman “Televole komünist yapacak” dememiş, haber müdürlerini toplayıp “Haberler Televole’ye döndü” demiş.

Maraba Televole” yazısı derginin sitesinde var. Ama yazıdan haberdar olmam Hıncal Uluç’un köşesinde alıntıladığı bir başka yazı sayesinde oldu. Derginin “Televole”ye 10 sayfa ayırmasına bozulan Yiğiter Uluğ oturmuş bu sefer Gelişim Spor efsanesini yazmış. Fatih Altaylı’yla birlikte o dönem Gelişim Spor’un iki genç yazı işleri müdüründen biri olan Yiğiter telefon rehberi yazsa okurum, ama bu sefer tarihe bir belge bırakmış. Ama yazının tamamını Socrates’in sitesinde okumak mümkün değil. Dergiyi satın almak da imkansız, çünkü tükenmiş.

Bu kısır döngüyü kırmak ancak Hıncal Abi’nin köşesindeki alıntıyla mümkün. O da yazının bir kısmı. İnsanın tam hevesini kursağında bırakıyor. Yazının tamamını belki siteye koyarlar, belki de bir okuyan bir başkasına yollar. (Bana da yollayabilirsiniz.) Bu arada Hıncal Abi’ye de ulaşamıyorum, bir konuşan olursa iletirse çok sevinirim.

*

Prince’in ölüm yıldönümü vesilesiyle bu video’yu izlemeniz şart…

Eğer hala aranızda izlememiş olanlar varsa 21 Nisan 2016’da kaybettiğimiz Prince’in George Harrison’a saygı konserindeki şu performansını kaçırmasın. Sahnede bir sürü rock efsanesi var, ama sadece gitar çalan Prince şovu tek başına sahipleniyor. Ancak Prince’in gitarı kibar kibar ağlamıyor, aksine sınıfın utangaç çocuğunun herkese haddini bildirircesine ders veriyor. Mükemmel. Sahnedekilerden Tom Petty hayatının en unutulmaz anlarından bir olarak yorumlamıştı bu anı. Ne acı, ikisinin ölümü arasında bir-bir buçuk sene var.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar