Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

11 Eylül 2001’de Florya’daydım, sabah 10:00’da sözleştiğimiz gibi bir basketbolcunun kapısındaydım ve ısrarla zili çalmama rağmen bir süre kapı açılmadı. Nihayet basketbolcunun yine basketbolcu olan üstü çıplak ağabeyi açtı ve hayatında hiç görmediği iki kişinin -ben ve foto muhabiri- neden o saatte onu yataktan uyandırdığını merak edercesine suratıma baktı. Bizi salona aldı, bir süre sonra basketbolcu erkek kardeşi de üstü çıplak yatağından kalkıp salona geldi.

Annesinin çocuklarını Pavarotti dinleterek büyüttüğü bu giriş katındaki ev hala uyku kokuyordu, sessizliği bölmek için basketbolcu MTV’yi açtı ve belleğimde arka arkaya çalınan video kliplerden Destiny’s Child’ın “Survivor” şarkısı kaldı. Birkaç saat sonra dünya televizyonlarında “survivor” kelimesi sık sık tekrarlanacaktı. Ama daha beş-altı saat vardı New York’ta sabah olmasına.

*

11 Eylül 2001’de yeni kurulan bir televizyon kanalında çalışıyordum, bir başka gazeteye yazı yazmam, mesai saatinden çalıp da basketbolcunun evine söyleşine gitmem doğru değildi. Ama sabah randevusu işime gelmişti, basketbolcu aynı gün Bodrum’a gidecekti. “Nereye gideceksin,” diye sormuştum, “Nereye gideceğim, Bodrum’a,” demişti. Zaten basketbolcular hep Bodrum’a gidiyordu. Bodrum’a gitmediklerinde yine Bodrum’a gitmenin planını yapıyorlardı.

İki ayrı yerde çalışıyor olmam doğru değildi belki, ama ben çoktan kafamda televizyon işini bitirmiştim. Kanal Ataköy’deydi, Florya’daki söyleşimi bitirip mesaime başlayacaktım. Ama otoparktan binaya yürürken İstanbul’daki o mükemmel güneş gözümü aldı ve içeri giremedim. Girmek istemedim. “Ne işim var burada,” diye düşündüm. Ben de Bodrum’a gitmek istiyordum. Arabama bindim ve boş boş İstanbul sokaklarında dolaşmaya başladım. Birkaç saat sonra bütün dünya o sabah işe gitmeyip, gitmekten vazgeçen, ya da mesaiye geç kalan insanların hayatta kaldığını konuşacak, onlardan “survivor” diye bahsedeceklerdi.

*

Basketbolcuyla söyleşimde basketbol neredeyse hiç geçmiyordu. Yazının içinde üstü çıplak erkekler, cilt bakımı, evin dekorasyonu ve Beyoncé’den söz ediyordum daha çok, ama yazdığım Pazar ekine kapak olmuştu. Basketbol camiası içlerinden biri hakkında böyle bir portre yazılmasına alışık değildi, çok tepki gösterdiler. Kimi spor yazarları da inanamamıştı bu yazıya; yayımlanmasına inanmadıkları son yazım bu olmayacaktı.

Birisi “homoerotik” demişti. Kim bilir belki de “homoerotik” doğru tespitti, zira yıllar sonra aynı basketbolcunun adı trans bireyle aşk dedikodularına karışacaktı.

*

11 Eylül 2001’den bir veya bir buçuk sene önce Nişantaşı’nda bir barda sevdiklerine “Yavrucuğum,” diye hitap eden efsane bir dergi patronuyla yeni bir yayın çıkarmak üzerine konuşuyorduk. Ben ‘frozen margarita’ istemiştim, o da “Oyuncak gibi,” deyip şarap ısmarlamıştı. Bara birlikte gittiğimiz arkadaşımın hala nasıl “karşı tarafta” yaşadığını anlayamadığından söz emişti snobizmiyle ünlü dergici. Birkaç saat sonra arkasından Robert College’li bu elit patronun zaman zaman konuşurken aksanının Karslı kökenlerine kayıp kaymadığını konuşacaktık—hakkında yazılan eski bir kitaba gönderme.

Hiçbir zaman çıkmayan o dergi projesinde “O gün neredeydin?” diye bir konu başlığı üzerine kafa yormuştuk. Türkiye’de dergicilik yabancı dergilerin yaptığını tercüme edip uyarlamaktan ibaretti, biz de Amerikan medyasının sık sık kullandığı hafıza yenileme yöntemini hemen kopyalayacaktık: John Lennon öldüğünde neredeydin? Ama konu hemen politize olmaya başlamış, ilk öneriler hemen “12 Eylül’de neredeydin? 28 Şubat’ta neredeydin?” konularına indirgenmişti. “11 Eylül” dünya tarihi açısından önemli bir tarih değildi biz Nişantaşı’ndaki bar’da konuşurken. Aslında 11 Eylül’ün 11 Eylül’den önce de önemli olduğunu, 1973’te Şili’de darbenin o tarihte yapıldığını 11 Eylül 2001’den sonra hatırlayacaktık. 11 Eylül hakkında yapılan bir kısa filmde, Ken Loach sayesinde. Bilmiyorduk, Türkiye’de hafıza önemli değildi. Tam da bu yüzden hiç kimse “O gün neredeydin?” diye bir konu başlığı önermemişti daha önce.

*

11 Eylül 2001’de neredeydin konusunu nihayet çalıştığım bir gazetede yaptık. Birisi “Bir kere yemeğe gittiğimiz Windows on the World lokantası vardı ya, o artık yok,” diye haber vermiş kulelerin çöktüğünü o lokantada birlikte yemek yediği arkadaşına. Ben yıllar içinde 11 Eylül’de dünyanın tarihinin değiştiği gün benim de kendi kişisel tarihimde bir dönüşüm yaşadığımı, çalıştığım televizyon kanalının son anda kapısından girmekten vazgeçip kendimi bilinmezliğe attığımı anlatmak istemiştim. Ama başkaları benim kadar anlamlı bulmadı bu işareti, başkaları işaretlere benim kadar inanmıyordu belki de.

11 Eylül olduğunda uyuyordum, bir gazeteci arkadaşımın telefonuyla uyandım ve sersemlikle ne olduğunu tam anlayamadım. Öğleden sonra uykusuna yatmıştım, çünkü birkaç saat önce, başı boş İstanbul sokaklarında arabayla dolaşırken Gümüşsuyu’ndaki bir İtalyan lokantasına gitmiş, lokantanın işletmecisiyle öğle yemeği yemiş, birlikte şarap içmiştik. O işletmeci bir süre sonra öldürülecekti; o gün yemekte, evine çağırdığı ve tehlike potansiyeli gördüğü erkeklere karşı nasıl tedbir aldığını, cep telefonunu, cüzdanını çamaşır makinesinin içine sakladığını anlatmıştı bana. Evine çağırdığı bir erkek onu hunharca öldürmüş, defalarca bıçaklamıştı. Yeteri kadar tedbir almamış ya da tehlike görmemiş miydi?

Ardından yazı yazmak da bana kalmıştı. O gün de tıpkı bugün olduğu gibi sadece yazı yazmak heyecanlandırıyordu beni. Zaten o yüzden televizyon kanalında çalışırken bir yandan da iznim olmamasına rağmen bir gazeteye yazı yazıyordum. 11 Eylül’ün keşmekeşinde görmezden gelineceğini umut ediyordum. Öyle de oldu zaten, birkaç gün boyunca işe gitmedim, herhangi bir iş de yapmadım. Arada telefon açıp bir şeyler istiyorlar, beni ofiste zannediyorlardı halbuki. Ben de hiç bozuntuya vermedim. Duymak istediğim son ses o kanalın yöneticilerinin sesiydi.

*

11 Eylül 2001’den birkaç gün sonra muhasebe müdürü beni aradı ve işten atıldığımı söyledi, halbuki ben zaten çoktan ayrıldığımı düşünüyordum. “Kovamazsınız istifayı basıyorum,” da değil, benim için zaten bitmişti. Kendi kendime gazetede başka bir işe başlamıştım televizyonun muhasebe müdürü mahcubiyet içinde artık bana maaş veremeyeceklerini söylemeye çalışırken.

O muhasebe müdürü aynı zamanda yeni kurulan televizyon kanalının ekonomi yorumcusu da olmuştu, bense ilk günden beri bu tuhaflığı anlamamıştım. Aylar boyunca ofiste saçı başı dağınık gördüğüm, kendi bakımına düzenli olarak özen göstermeyen muhasebe müdürü ekrana çıkmadan bir gün önce saç tıraşı olup adeta başka bir insana benzemişti. Sanki ilk kez tıraş olmuştu ve ben aylarca neden berbere gitmediğini bir türlü anlayamamıştım Ekrandaki insanların gerçek hayatta farklı göründüklerine yormuştum.

Oysa ben berbere gidiyordum, hatta sürekli gidiyordum işletmecisi öldürülen lüks lokantaya birlikte müdavim olduğumuz, bana 11 Eylül’ü telefonda haber veren gazeteci arkadaşımla birlikte. Hiç paramız da yoktu, nasıl her gün İstanbul’un bir lokantasına yiyip her hafta cilt bakımı, manikür de pedikür de dahil olmak üzere berbere gittiğimizi hala anlayamıyorum.

O yıllarda İzzet Çapa önemli bir karakterdi hayatımızda; onun lokantalarına gidiyorduk, o da zenginden alıp bize dağıtıyor, hesap istediğimizde önümüzde komik rakamlar koyuyordu. Ama böylece lokantalara gidebiliyorduk.

Lokantalar gibi durmadan berbere gidiyorduk, çünkü aynı berbere sporcular, iş adamları, siyasetçiler, hatta türkücüler de geliyordu, suratlarına ıslak havlu konduktan sonra gevşiyorlar ve filtresiz konuşuyorlardı. Kimi berberler “berber”sözcüğünden rencide olup kendilerinin “kuaför” olduğunu söylüyorlardı. Adı ne olursa olsun bir gazeteci için malzeme toplanacak mükemmel bir alandı, ama biz daha çok işin eğlencesindeydik. Benim için berber salonlarına “Barber’s Club” diyen iki ortağın ayrılması daha fazla haberdi; müşterilerin kime kalacağı ve alıştığım manikürcünün hangi safta yer alacağıydı gündemim.

“Barber’s Club”da kalan ortak bir süre sonra Tarkan’a “Dudu” şarkısından dolayı dava açacağını söyledi bana; Dudu onun soyadıydı ve Tarkan’a kızmıştı. Ben de bunu kahkahalarla dinlemiş, kahkahalarla yazmıştım.

O berberin müşterisi iş adamları arasında büyük bir medya patronu da vardı, ama ben giden ekiple birlikte başka bir yere, daha küçük bir dükkana transfer oldum. Çünkü manikürcü, geyik yaptığım berber ve tanıdığım çıraklar da gitmişti. Halbuki kalsaydım orada ilişkiyi geliştirir, kendime bir kariyer planı yapardım. Ama biraz daha eğlenmek uğruna hep yanlış hesap yaptım sanırım hayatta.

*

11 Eylül 2002’de İkiz Kuleler’in yıkıldığı alanda Hillary Clinton’ı gördüm ilk kez. Dokunacak kadar yakındım ve pek az insana nasip olan o star ışığına sahip olduğunu fark ettim. Mutlaka ama mutlaka Başkan adayı olacağından emindim; gerçi kim değildi ki. Ama gazeteye yolladığım yazıda alandan yayın yapan Fox ve CNN kanallarından hangisinin açık büfesinin daha iyi olduğunu yazdım, çünkü Clinton’dansa açık büfe daha çok ilgimi çekiyordu. O sıralar Amerikan medyasında Fox-CNN rekabeti gündemdi. İleride Amerikan Başkanı’nı Fox’un seçeceğini, o Başkan’ın da New York’tan çıkacağını, üstelik kendi kulesinin olduğunu hiçbirimiz hayal bile edemiyorduk.

Ben oraya Türkiye’ye yayın yapmaya gitmiştim, ama televizyonculuğun saatlerce hazırlığın karşılığında birkaç dakikada unutulan bir iş olduğunu tam olarak bilmiyordum. Boş saatlerimi Clinton’ın da yemek yediği açık büfelerin arasında boş boş dolaşarak geçirmiştim.

Hala şaşırıyorum, üzerimde şort ve siyah polo bir t-shirt vardı. Basın kartım bile var mıydı, emin değilim. Ama elimi kolumu sallaya sallaya dolaşmama kimse bir şey dememiş, sadece sorana “Gazeteciyim,” demem yeterli olmuştu.

*

11 Eylül 2020’de Joe Biden’la Mike Pence’i dirsek tokuştururken gördüm İkiz Kuleler’in temelinin bulunduğu havuzun başında. Yanlarına gidemedim, hiç kimse gidemedi, çünkü alana sadece 10 gazeteci alıyorlardı ve o 10 kişi de çoktan içeri girmişti. Biden’la Pence’in dirsek tokuşturmasını da uzaktan görebildim, 18 sene sonra kameram, basın kartım, tripodum olmasına, “Gazeteciyim,” dememe rağmen yanlarına yaklaştırmadı polis. Demek ki o günlerden bu yana çok şey değişmiş olmalıydı.

Dünya Ticaret Merkezi alanındaydım, çünkü New York’tan Türkiye’ye yayın yapacaktım yine. Yıllar önce kapısından döndüğüm televizyon kanalını sonradan aynı berber salonuna gittiğimiz medya patronu satın almıştı, bana da en verimli ve keyifli gazetecilik dönemimi geçirme imkanı tanımıştı. Demek ki çok şey değişiyordu, ama bir yandan da hiçbir şey değişmiyordu. Hayat bir şekilde kendi yolunu buluyor, diye aklımdan geçti.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar