Amalfi mandalinası
Tom Ford’un Mandarino di Amalfi adlı parfümü insanı İtalya’nın en güzel sahillerinden birindeki mandalina bahçelerinde gezintiye çıkarıyor. Bu gezintinin sonundaysa bol buzlu bardakta içinde nane yapraklarının olduğu bir içkiyle dinlenip az önceki ağaç kokularının zihninizde çağrıştırdığı anıları teker teker hatırlıyorsunuz. Çok eskilerden gelen, çocuklukla, masumiyetle ilgili bir yolculuk bu. Şişeden püsküren her damla yüzeye doğru düşerken şekil değiştiriyor, bazen nane bazen de mandalina baskın oluyor. Bu apaçık bir davet, hem kadına hem erkeğe.
Yemek yazarı Ruth Reichl bir gün Alice Waters’la uçağa bindiğinde insanların durmadan yanlarına gelip bir başka kokunun sırrını sorduğunu anlatıyor. Çünkü “çiftlikten sofraya” akımının öncüsü Waters kucağında bir kutu çilekle uçağa biniyor, bir süre sonra da çilek kokusu bütün kabini sarıyor. Endüstriyel çiftliğin unutturduğu bir koku bu. İnsan hiç hayatında tarladan çilek yemediyse bile tarladan çilek yenmesinin nasıl bir his olduğunu anlıyor bu kokunun peşinden. Alice Waters her sorana bir tane çilek veriyor, insanlara bir başka dünya daha olduğunu gösteriyor.
Bu çilek karşıma Malibu’da 70’li yıllarda postacıların bölgede yaşayanların paketlerini bıraktığı, insanların birbiriyle karşılaşıp mahalle dedikodusu yaptığı, cep telefonlarından önce yol tarif etmek için – “marketten sağa dön” – simge olan bir süpermarkette karşıma çıkıyor. Bu marketteyim, çünkü Joan Didion bu marketten bahsediyor, Malibu’da yaşarken bu marketten paketlerini aldığını anlatıyor.
Bu markette satılıyor Harry’nin California’nın Oxnard şehrinde bir çiftlikte yetiştirdiği çilekleri. Yaklaşık yarım kilosu en pahalı süpermarkette satılan biyolojik-organik çileğin üç katı fiyatı. Gidiyorum, geliyorum, tereddüt ediyorum, almıyorum. Sonra başka bir gün pikniğe giderken La Marca’nın Luminore serisi prosecco’sunun yanında paraya kıyıp alıyorum. Harry’nin çilekleri tanesi beş dolara satılan Omakase çilekleri gibi albenili durmuyor, ama kokusu daha arabada havayı kaplıyor. Parkta plastik bardağın içine bir tane atıp üzerine defalarca prosecco koyduktan sonra ağza atılan o son çilek hayattaki nadir mutluluk anlarından birine eşdeğer. İnsanın çocuğunun doğması, Olimpiyat madalyası kazanması, Tsukiji balık pazarından en iyi ton balığını erkenden almak gibi.
*
Hikaye doğru mu değil mi bilmiyorum, bana dolaylı yoldan, konunun öznesi iki kişiyi tanıştıran kaynaktan geldi. Yine de bir fıkra olarak dinlemekte fayda var…
Türkiye’nin en zengin işadamlarından biri bir gün süperstar sevgilisini yanına çağırıp ültimatom verir: “Bak bende çok para var, daha da çok para gelecek. Ama siz iki kız kardeş bu harcama hızınızla bendeki parayı bile bitirirsiniz.” Artık adamın özel uçağını alıp Londra’da öğle yemeğine mi gidiyorlardır nedir; bu harcama hızına hep çok özendim. Şuursuz olduğum için kendimi zaman zaman süperstar zannettiğim, kendi para harcama hızıma şaşırdığım da oluyor.
Hiç giyilmesin ama koleksiyonumun parçası olsun diye aldığım kıyafetler, adı çoktan unutulan lokantalarda ödenen hesaplar, Nice’ten gelip İstanbul’da bir gün sadece bavul değiştirmek için kalıp ertesi gün Tokyo’ya gidip bir hafta sonra da New York’ta bir doğum gününde buluşmalar, Barcelona’da “Hotel Vela”da bir hafta sonu parayla ne kadar hastalıklı bir ilişkim olduğunun işareti sadece. Daha doğrusu para diye bir kavram yokmuş gibi bir yanılsama, kendimi süperstar sanma şuursuzluğunda sürdürülmeye çalışılan bir yaşam.
Elton John anılarında kendisinin kontrolsüz para harcama hızına örnek olarak Atlanta’daki evinde binden fazla mumun olduğu bir dolabı olduğunu yazıyor. “Ne yapayım,” diyor. “Dünyanın en güzel kokan dolabı ama.” Tutumlu olmasıyla bilinen Ajda kıyıp da yapar mı bilmiyorum, ama Mandarino di Amalfi’yi tenime değil sadece çarşaflarıma sıkmak istiyorum.
*
Bu sene 25 yıl olmuş ilk imzalı yazımın yayımlanmasının üzerinden. Demek ki aşağı yukarı o kadar zamandır medyada çalışıyorum. Başka hiçbir iş yapmadım, bu sürenin neredeyse tamamını sadece yazı yazarak geçirdim, hayatımı sadece yazı yazarak kazandım. Bundan sonra da sadece yazı yazmak istiyorum. 25 yılın sonunda dünyanın en pahalı şehrinde, aylık gelirim benden bağımsız nedenlerden – adına döviz kuru deniyor – düzenli olarak azalırken yaşıyorum. Ama bu bile bana bir meydan okuma gibi geliyor: Liza’cığımın dediği gibi “If you can make it here…”
Ayrıcalıklı ve şanslı olduğumu gizlemeyeceğim. Tek başıma, arkamdan gelecek nesilleri düşünmeden yaşayabilme lüksüne sahibim; bu tercihi çok önce yaptım. Açıkçası, 25 yılın en azından yarısında da fena kazanmadım sayılır, patronlarım bana genelde hep çok iyi baktı.
Piyasayı biliyorum, bu meslek içinde kendi kuşağım arasında alınabilecek en iyi maaşları aldım. Dışarıdan köşe yazarlarının çok ayrıcalıklı bir hayatı olduğu, CEO’lar kadar kazandıkları söylenir ama ben piramidin en üstlerinde olmama rağmen öyle ödemeler görmedim. 80’lerde, 90’larda vardı ama ben treni kaçırdım. Yine de minnettarım; köşe yazarlığı sayesinde ortalamanın üstünde bir yaşam standardına sahip oldum.
Bazen harcama hızımı azaltsaydım, paraları biriktirseydim diye düşünüyorum…
Hayır. Çok net söylüyorum. Oradan arttır, buradan kıs, daha az gez, daha az harca falan… Yine de varlıklı bir gazeteci olamazdım. Türkiye’nin bir dönem en ünlü gazetecisi olan Hıncal Uluç’un bile topu topu bir tane bahçe katı evi var, o kadar. Sadece yazı yazarak, gazetecilik yaparak bu meslekte öyle kolay servet kazanılmıyor.
Zaten gazetecilik para kazanılmayacağı bile bile ısrarla yapılan, tuhaf bir takıntı gerektiren bir iş. Ama gazetecilik aynı zamanda hazırlıksız insanı çok kolay yoldan çıkarabilecek tuzaklarla da dolu.
*
Gazeteciliğimin başları sayılabilecek bir sırada izlediğim “Almost Famous” filminden cümleleri ezbere alıntılayabilirim. Filmde bir rock grubunun peşindeki 15 yaşındaki genç gazeteciye gerçek hayatta da efsane olan Lester Bangs meslek öğüdü veriyor: “Rock yıldızlarıyla arkadaş olamazsın… Sana içki alacaklar, kızlarla tanışacaksın, bedavaya seni uçuracaklar, uyuşturucu önerecekler… Biliyorum, kulağa hoş geliyor ama bu insanlar senin arkadaşların değil. Bu insanlar senden rock yıldızlarının dahilikleri hakkında sofuluk taslayan öyküler yazmanı istiyorlar. Ve Rock N Roll’u mahvedip, hakkında sevdiğimiz her şeyi boğazına sıkıp öldürecekler.”
Bu sözleri hiç unutmadım.
Gazeteciye sıradan bir insana açılmayacak pek çok kapı açılır, ayrıcalıklı dünyalara giriş izni verilir. Ünlü insanlar, iş dünyası, starlar gazeteciden beklentileri ya da çıkarları olduğu için ona en yakın arkadaş muamelesi yaparlar. İnsan bir anda kendisini Sezen Aksu’nun en yakın arkadaşı zannedebilir. Özel uçaklarında uçururlar, evlerinde yemeklere davet ederler. Bir süre sonra gazeteci kendisini onlarla denk görmeye başlayabilir, onlar gibi yaşamaya özenebilir. İlkel ama insani bir histir bu, hepimizde de belli ölçülerde açlık vardır. Bu açlığı bastıramayanların maddi hırslar uğruna kirli ilişkilere girmesi de şaşırtıcı değildir. Tarih boyunca da hep böyle tipler olmuş, zamanla sistemin içinde ya eritilmiş ya da püskürtülmüştür. Asıl şaşırtıcı olan bu çürümenin son yıllarda nasıl bu kadar yaygınlaştığı, rantın nasıl bu kadar çok isim etrafında paylaştırıldığı.
*
Elbette bu meslekte de sadece çalışılarak servet sahibi olanlar da var ama bu çok ama çok azımıza denk gelir.
Reha Muhtar bunlardan biri. Yalı sahibi başka gazeteci var mı Türk basınında bilmiyorum. Ama o yalıyı sonuna kadar hak ettiğini biliyorum. Tarihte eşi benzeri görülmemiş izlenme oranlarına ulaştı, dizileri, eğlence programlarını, dönemin Televole’lerini bile geçti; çalıştığı kanala da bu sayede çok kazandırdı. Kim bu kadar izlenirse kazanır. Üstelik hesabı son kuruşuna kadar verilebilecek bir kazanç bu. Şimdi o yalının kirasıyla üç harika çocuk okuyor.
Uzun süre televizyonların zirvesinde yer alan Reha Muhtar bana kalırsa az bile kazandı, zira onun ABD’deki muadilinin kendisine ait adası var.
Müteahhitlerden abartılı indirimlerle alınan evler, izlenmeyen TRT’de program yapıp devlet bütçesinden elde edilen gelirler, belediyeleri bağlayarak kaçak inşaat yapmalar, aracılık, hatta otopark işletmeciliği, insanın adımı atmayacağı kooperatiflerden 25 daire birden alan satmayan gazetelerin yayın yönetmenleri—bu konular daha “moda” olmadan kitabımda yazdım. Gazeteciliğin itibarını yerle bir ettiler, haklarında kuşku duymak yapılması gerekenin en hafifi.
*
Şimdi izninizle çileklerimi yıkayıp bir şişe Luminore’la birlikte “Pose” dizisinin final bölümünü izlemek için yatağıma çekiliyorum. Çarşaflarım mandalina kokuyor; burun deliklerimden girip kalbime dokunan o koku ve çileklere her dişimi sapladığımda aldığım hazzın alt notalarında farklı farklı temalar var. En çok kıpırdatan, heyecan veren his güç ve iktidar: Cömertçe ortalığa püskürttüğüm kokuların, faturasına bakmadan üzerime dökerek şapır şupur yediğim çileklerin hepsini kendi cebimden, hiç kimseye muhtaç olmadan ödeyebilmiş olmanın gücü. Tom Ford’umu kendim aldım.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce