Ölüm Vadisi notları
Death Valley
Belki çöle gitmek iyi bir fikir değildi, emin değilim. Birbirinden ne istediğini* bilen ama çeşitli sebeplerden dolayı tam da bu noktada veremeyeceğini düşünen iki kişiyiz. Çekilmemiş bir filmde boşanmanın eşiğinde ama evliliklerini kurtarmak için son bir deneme peşindeki bir çift olabiliriz. Bir defteri kapatmak, ileriye geçmişin üzerine perde çekerek devam etmek isteyen bir çift mesela. Oysa evli değiliz, çift bile değiliz. Ne olduğumuzu ikimiz de bilmiyoruz. Zamanın bu anında Ölüm Vadisi’nde sadece 24 saat geçirmek için gelmiş iki kişiyiz. Çölde zaman sokaktaki gibi akmıyor, 24 saat yerine göre bir hafta oluyor. Zaman, gerçeklik bütün anlamını yitiriyor. Biz ne olduğumuzu bilmediğimiz gibi ne aradığımızı, burada ne bulacağımızı da bilmiyoruz.
*
Aslında ben ne aradığımı, beni neyin beklediğini biliyorum. Tecrübesiz olan o. Ben daha önce de buraya geldim. 2014 yazıydı, hayatta ne yapmak istediğimi bilmediğim bir anda kendimi çöle attım. Kariyer, şöhret, para gibi kaygılarımı aşmaya çalışıyordum. Sadece havanın çok sıcak olduğunu – 55 derece – ve bol bol su içmem gerektiğini biliyordum. Bir yandan da adını ölümden alan bu çölün neden beni çektiğini anlamaya çalışıyordum.
Adını ölümden almasına, hemen hemen hiç su kaynağı olmadığı için sinek ya da böcek dahil canlı varlıkların barınamadığı, su seviyesinin 80 metre altındaki bu vadinin en büyük özelliği, Jean Baudrillard’ın da dediği gibi, yumuşaklığı aslında. Ölüme davet eden değil, hayata tutunulan, hayata biraz ara verip, burada öğrenilenlerle yeniden devam etmeyi sağlayan bir vaha burası.
Benim buraya gelirken aradığım bir yanıttı. Evrene ya da Tanrı’ya sorulacak bir sorunun yanıtının peşindeydim adeta. Doğanın benim soruma nasıl yanıt vereceğini bilmiyordum, ama yanıtın bir şekilde orada olacağına inanmıştım. Kendi kendime “Okuduğum kitaplar beni ne kadar kolay etkilemiş,” diye düşünüyordum önceki gün. Benim kuşağımı tanımlayan “X Kuşağı” kitabında Douglas Coupland’ın karakterleri de aradıkları sorunun yanıtını çölde arıyor. Ama onların gittiği Joshua Tree’yle Ölüm Vadisi arasında bir fark var. Yine Baudrillard’a göre ne kadar güzel olsalar da Utah ve California'nın diğer çöllerinden Ölüm Vadisi’ni ayıran “başka bir şey” var, “yüce bir şey.”
*
Gündüz havanın ısındığını sadece elinizdeki su şişesinden bir yudum aldığınızda anlıyorsunuz; biraz önce dolaptan çıkan su şimdi ılık, bir süre sonra buharlaşacak. Yazın sadece hava kararıyor, hava sıcaklığı değişmiyor. Bu mevsimde gece üşütüyor. Gündüzle gece arasında ciddi bir ısı farkı var. Rakamlara bakılırsa gündüz hava çok sıcak, peki rüzgar gündüz güneş tepemizdeyken hala nasıl çarpıyor ve ürpertiyor? Şişedeki su nasıl bu kadar ısınıyor? Kum dağlarının üzerinde çıplak ayakla yürümeye çalışmak bir süre sonra imkansızlaşıyor. Kızgın kumlardan atlanacak serin su yok burada. Serap bile yok. Meteoroloji ve beden ısısı bütün anlamını kaybediyormuş gibi.
*
“Gökyüzü patladı ve yıldızlar üzerime yağmaya başladı,” diye anlatmıştı Ölüm Vadisi’ndeki tecrübesini Foucault. “Bunun doğru olmadığını biliyorum ama Gerçek bu.” Bir yere uzanıp hiç kımıldamadan yıldızları izlemek deneyene kadar hoşlandığımı bilmediğim bir tecrübeydi, şimdi tutkuya dönüştü. Dünyanın en aydınlık şehirlerinden birinde yaşadığım için tek bir yıldız bile görmek çok kıymetli. Işık kirliliğinin olmadığı yerlerde kendi kendime gökyüzüne bakmaya, yıldızlara ulaşma hayaline çok fazla kapılmaya başladığımı yeni fark ettim. Bu yaz iki kişi gecenin bir yarısı Çeşme’de bir kumsalda, hiç kimsenin bizi görmediği, bizim orada olduğumuzu bilmediği bir köşeye sığınıp saatlerce yıldızları izledik. Tam orada uyuyakalacakken telefon çaldı, bizi bir arabanın almaya geldiğini haber verdiler. O sabah plaj çalışanları kumsalda uyuyan iki kişiyi bulsalar ne düşünürlerdi, hala merak ediyorum.
Ölüm Vadisi’nde telefon çekmiyor. Bizi alıp kaldığımız yere götürecek şoförlü bir araba yok. Tek aydınlık arada sırada geçen arabalar. Orada yıldızları izlerken unutulabilir miyiz; hayat tam da o noktada bitebilir mi? Gerçekliğin hiçbir anlamının kalmadığı, zamanın yok olduğu bir yerde kaybolmaktan daha anlamlı pek az şey vardır herhalde hayatta. Gecenin bir saatinde bu gibi konuşmaları kendi aramızda çok sık yapıyoruz, ama o gün ikimiz de ölümden, bu hayatın sonrasında ne olacağından bahsetmiyoruz. İkimizin de aklından aynı cümlelerin geçtiğini bilecek kadar birbirimizi tanıyoruz.
*
“Bu tecrübeyi birkaç gün geçtikten sonra çok daha iyi anlayacağız, çok daha iyi takdir edeceğiz,” diyorum. Bana hak veriyor. Oysa birkaç gün sonra araya kavgalar, derin konuşmalar, sorgulamalar, itiraflar, uçak yolculuğu, uykusuzluk girecek.
Ona ödünç verdiğim Baudrillard’ın kitabını geri istiyorum. Kitapta yanıtı arıyorum. Tam şu anda bu kitabı bir kerede oturup okumasını istiyorum ama bunun imkansızlığına öfke duyuyorum. Sabaha karşı 2:00’de uyandırıp ertesi gün teslim edilecek dönem ödevini son geceye sıkıştırmak gibi baskı yapsam… nasıl yorumlar… ne düşünür… akıl sağlığımdan ne kadar uzak olduğumu… Şaşırmaz ama, en azından buna eminim.
Uyandırmıyorum, onun yerine tekrar tekrar okuduğum sayfalarında üzerinden bir kez daha geçiyorum. “Amerika”nın İngilizce baskısına önsöz yazan Geoff Dyer’a göre Baudrillard bu kitapta kendisini büyük bir Amerikan romancısı olarak yeniden icat ettiğini yazıyor. Bütün büyük romanları andırırcasına, bir felsefe kitabı olmasına rağmen her bir cümle okuyanı bir yere götürüyor. O bilinmezliğe.
*
Sabaha karşı 2:30. Çölün ortasındaki tek tesisin bahçesinde son içkileri içiyoruz, üşüdüğümüz için içeriye kaçıyoruz.“Güneşin doğuşunu görecek miyiz?” diyor ve telefonundan gün doğumunun tam saatine bakıyor. “Eğer göreceksek 6:00 gibi uyanmamız lazım,” diyor, kabul ediyorum.
Saat 6:00. Alarm çalmadan gözlerimi açıyorum ve alarm çalmaya başlıyor. Kalktığını, alarmı susturduğunu, bana baktığını, uyuduğumu görürse kalkmayacağını anlıyorum. Uyandığımı belli ediyorum, kendimizi zorlaya zorlaya Zabriskie Point’e gidiyoruz. Başkaları bizden önce gelmiş, yer tutmuş bile. Sıra sıra tripodlarıyla tepeye konuşlananalar burada güneş doğumu izlemek için değil de son dakika gelişmesini takip eden gazetecileri andırıyor daha çok. Her saniye dağın üzerindeki renk ve desenler değişiyor, gökyüzünde önce pembe, sonra turuncu, sonra sarı tonlar beliriyor. Monet canlanıyor.
*
O kadar tecrübesiz, o kadar hazırlıksız, o kadar bilgisiziz ki nereye gitmemiz gerektiğini, ne göreceğimizi yolda rastgele karşılaştığımız insanlara soruyoruz. Ben yabancılarla iletişim kuramayanım, bir anda çenem açılıyor ve ayak üstü dost ediniyorum. O gittiği her yerde arkadaş ediniyor, nedense burada susuyor, çekiniyor. Gecenin kör bir noktasında bir çift bize takip ettiğimiz patikanın nereye gideceğini soruyorlar, sonra da hayal kırıklığıyla “Ben de sizi bir şey biliyorsunuz sanmıştım,” diye başından atıyorlar. Ben bilmemenin hazzını yaşıyorum, karanlığa kendimi atmak, ışık bile tutmak istemiyorum. Nereye giderse artık, sonunda ölmeyeceğimizden eminim. “Senin bu kadar maceracı tarafın olduğunu bilmiyordum,” diyor bana. Oysa yanımda birisi olduğu, tek başıma olmadığım için bu kadar rahat hareket ettiğimi bilmiyor. Işığı kapat, bilinmezliğe gidelim, kaybolalım, karanlıkta yürüyelim, yabancılarla konuşalım, birileriyle tanışalım. Ağzımdan çıktığına şaşırdığım sözler. Onu ilk kez tereddüt ederken görmüyorum, ilk kez bana güvenip peşimden geldiği an da bu değil. Demek ki aramızda tutturduğumuz bir ritim var artık.
Ertesi sabah gecenin karanlığında korka korka yürüdüğümüz patikaya bakıyoruz. İki kilometre ya var ya yok. Bir çember halinde başladığı yerde bitiyor. Gece korka korka yürüdüğümüz patika gündüz gözümüze komik gözüküyor.
*
Bu sefer kararlıydım, Michel Foucault’nun Zabriskie Point’te hayatının en önemli tecrübesi ilan ettiği o anı yaşamak istiyordum. Foucault yazılarında Zabriskie Point’teki o ana kadar insanın iktidar tarafından şekillendirildiğini düşünüyor; yaşadığı tecrübeden sonra bireyin kendi kendini dönüştürebileceğine inanmaya başlıyor.
Biraz cesaretim olsaydı. Benden çok daha aklı başında birisinden aldığım “Onun beyniyle seninki bir mi,” yanıtı haddimi bildirdi. Bir de, açıkça itiraf edeyim, korkuyorum. Beynimle oynamaktan, açılmasını istemediğim kapılardan girmek zorunda kalmaktan, karşıma ne çıkacağını bilmediğim bir dünyayla yüzleşmekten. Önceki gün sadece nefes alıp verirken uykuya daldığımda “Little Shop of Horrors” filmindeki gibi çiçekler konuşmaya, beni yutmaya çalışıyordu. Sadece nefes alıp vererek buraya vardıysam, daha ileriye gitmeye korkuyorum. Yalnız da değilim çölde, iki ayrı bedenin aynı tecrübeye nasıl tepki vereceğini kontrol edemeyeceğim. Karanlık bir yöne gitmekten çekiniyorum. Yıldızlara beynimizin tüm berraklığıyla bakıyoruz tuzdan zeminin üzerinde uzanırken.
Yıldızlar üzerimize düşüyor ve Gerçek bu.
Evrende bu kadar fazla yıldız olduğunu ikimiz de bilmiyormuşuz. Yıldız tozları yer değiştiriyor, dağılıyor, toplanıyor zifiri karanlıkta. Hiç konuşmuyoruz bile. “Bütün gürültü bastırıldığında geride sadece sessizlik kalmıyor,” diye yazıyor Baudrillard. “Gözlerinizi kapatıp duymanıza gerek yok. Aynı zamanda zamanının sessizliği bu.”
Konuşmadığımız gibi birbirimize dokunmuyoruz bile. Bir başka gece, bir başka yerde olsa dirseklerimiz birbirine değer, bir şekilde omuzlarımız dokunur, biraz daha birbirimize yaklaşırız, ama çölde gece vakti yan yana yatıyor olmamıza rağmen birbirimize çok uzağız.“Kelimeler, çölden bahsetse bile, nahoş kalıyor,” diyor Baudrillard. “Okşamaların hiçbir anlamı yok.”
Orada o an birbirine bu kadar yakın iki kişinin birbirine bu kadar mesafeli durmasının yıldızları izleme anımdan çaldığını düşünüyorum. Ancak eve dönünce, kitabı yeniden açıp okumaya başlayınca olması gerekenin bu olduğunu anlıyorum. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru olanı yapmışız. Yanıt kitapta.
*
Çöle gitmeden önceki halimizle çölden döndükten sonraki halimiz aynı mı, hala aynı insanlar mıyız, hala aynı yerde mi duruyoruz, aradığımızın yanıtını aldık mı—bilmiyorum. Resmi açıklama “Yıldızları izlemek için gittik,” ama hala neden saatlerce araba kullanıp, uykusuz kalıp, bedenimize yüklenip Ölüm Vadisi’ne gittiğimiz sorusunu tam olarak yanıtlayamıyorum. Bulabildiğim tek açıklama ben gitmek istediğim için gittik. Ben aradığım yanıtı buldum mu, ondan da eminim değilim.
Ama artık kendimi boşanmanın eşiğindeki bir çift hakkında olmayan bir filmin karakteri gibi hissetmiyorum. Bir şeyler değişti gibi. Bir şekilde aynı insanlar olmadığımızı düşünüyorum. Bir şeyler kırıldı, bir şeyler onarıldı. Yola yeniden çıktık ya da yolda bir durağa daha uğradık.
Dün markette üzerinde “Death Valley” yazısı olan bir kasiyer görüyor, bana fotoğrafını yolluyor. İnternet üzerinden alışveriş yapan bir siteden gelen rastgele kıyafetlerden biri Amerika’nın milli parklarının adlarının yazılı olduğu bir t-shirt. Ölüm Vadisi’nden döner dönmez paketi birlikte açıyoruz, içinden çıkan kıyafetlerin arasındaki bu tek bir parçaya uzun uzun bakıyoruz. Ölüm Vadisi’nin elbette listede var. Aynı gün bu iki giysinin denk düşmesi tesadüf mü, işaret mi, anlamaya çalışıyoruz. Birlikte anlamaya çalışacağımız daha çok konu var, ama ben artık yanıtların peşinden koşmamaya hazır gibiyim. Çöl bende hiçbir şey değiştirmediyse, en azından bir yanıt aldım. Bu yüzden de kötü bir fikir değildi sanki. Şimdi de ilerlemeye o kadar hazırım ki.
- Konserler, ünlüler, paralar6 dakika önce
- Trump oligarklar rejimi kuruyor2 gün önce
- Baklavacı asla sadece baklavacı değildir4 gün önce
- Bir eski eroinman Amerika'nın patates kızartmalarını düzeltecek mi6 gün önce
- First lady Elonia1 hafta önce
- Seçimi kazandıran podcast sunucusu1 hafta önce
- Aradığım Çin lokantası Erdoğan'a komşu çıktı1 hafta önce
- Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi1 hafta önce
- Anneciğim erkeklik elden gidiyor2 hafta önce
- Çöplük gibi kriz2 hafta önce