Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

2021: Tanıdığım hiç kimse geçirdiğimiz yıldan memnun değil. Bu yıl benim için bildiğim bütün ezberlerden vazgeçtiğim, sosyal ilişkilere yüklenen anlamlara kendimi yabancı hissettiğim, bütün değer ve inanışların bir kez daha sorgulanabilir ve vazgeçilebilir olduğunu düşündüğüm bir seneydi. Kendi kendime inanmaktan vazgeçtim, yola devam edemeyeceğimi düşündüğüm pek çok dönemeçten geçtim.

Tam olarak ne zaman umudumu kaybettiğimi, bu seneden ne zaman nefret etmeye başladığımı çok iyi hatırlıyorum. Yaz başıydı ve Chicago’da nehrin kenarında yürüyordum, yazın gelmesinden dolayı herkes gibi heyecanlıydım ve Ankara’dan İstanbul’a gelenler gibi kendimi “su kenarına” atmak istiyordum. Bir an için sokaklarını ezbere bildiğim şehir çok daha alımlı görünmeye başladı benim için. Göl kenarında günde yaklaşık 20 kilometreyi bulan bisiklet yolculukları yaptım, o yolculuklar sırasında plajlarda küçük kulübeler, o kulübelerin dönüştürüldüğü barlar, cafeler, restoranlar buldum. Uzaktan bakınca bile yemeklerin kötü olduğu belli bu yerler de gözüme cazip görünmeye başladı. Nehir kenarındaki turist lokantalarında uzun saatler geçirmek istedim. Amerikan şehirleri Nisan-Mayıs ayı gibi tam olarak yeniden açılmaya başlamıştı, o yüzden dışarıya çıkmaya, insanlarla buluşmaya, lokantalara gitmeye hasrettim. Eskiden olduğu gibi seçici olmaktan vazgeçtim, önüme ne gelirse kabul etmeye başladım. Tek istediğim dışarıda oturmak ve suya bakmaktı.

Ama ya hava çok sıcaktı ya da yağmurlu.

Ya her yer kalabalıktı ya da boş gözüken yerler daha açılmamıştı.

*

Tam o aralar artık kitap okuyamadığımı fark ettim. Chimamanda Ngozi Adichie’nin “Americanah” romanının ilk 200 sayfasıyla aylarca boğuştum. O roman çantamda kıtalar arası dolaştı benimle, uçak yolculuklarında bana eşlik etti, otel odalarında baş ucumda kendisine yer buldu, plajlara geldi, üzerine su döküldü ama ben bir türlü içinde ilerleyemedim. Oysa “Americanah” bir yazı yazma dersi gibi okunabilecek bir kitap, bir başladınız mı bir türlü bırakamıyorsunuz. En azından bitirenler yaz aylarında bu romanı okuduğumu görünce öyle söylüyordu.

Kitap okuyamadığım gibi yazamaz da oldum. Üzerinde çalıştığım birkaç proje için zoraki birkaç satır yazabildim en çok, ekranda yazdığım satırlara bakıp nefret ettim ve bir daha dosyaları açmadım. Gündelik yazımın da ritmi aksadı. Bu yaz hayatımın en uzun “yıllık izin” süresini kullandım. Bir ara dönmemeyi düşündüm çünkü dönebilecek durumda değildim. Her konu anlamsız, her yazı amaçsız gözüküyordu. Gözükmese bile tuşa basacak halde değildim. Bastığımda ekranda beliren karakterler yan yana geldiğinde işe yarar cümlelere dönüşmüyordu. Uzun aralıklarla izin yaparak, beynimi dinlendirerek, haber orucuna girerek toparlayacağımı, kendimi bulacağımı düşündüm. Olmadı. Tatil dönüşlerinde insanların tatil yorgunluğunu atlatmak için bir tatile daha ihtiyaçları olur; gündelik hayata dönemeyeceğimi, adapte olamayacağımı, dönmenin ikna edici hiçbir gerekçesi bulunamadığını düşünmeye başladım.

*

Joan Didion öldü, Janet Malcolm öldü. Bunlar benim yazı ilahlarımdı. Cümlelerini taklit ederek, bazen birebir çalarak yazmayı öğrendim. Steven Sondheim öldü, oysa müzikal sevmezdim. bell hooks öldü, siyah feminizmini daha yeni keşfetmiştim halbuki. 10 sene önce Waldorf Astoria’nın bir otel odasında söyleşi yaptığım ve o an dünyanın en meleksi insanıymış gibi görünen Michael K. Williams öldü. O söyleşiyi hiçbir zaman yazamadım çünkü dizinin yayına girmesini bekliyordum ama o tarihe kadar köşemi kaybettim. 20 seneden daha fazla süre önce ICQ’da sabahlara kadar sohbet ettiğim ve vampir romanlarına “Twilight” furyasından çok önce meraklı bir arkadaşımı düşündüm, Anne Rice’ın ölüm haberini aldığımda. Şimdi sadece Facebook’ta bir isim, yıllardır konuşmadık.

Hayatta en sevdiğim lokanta, pandemi yüzünden birkaç senedir gidemediğim Londra’daki River Cafe’nin sahibi Ruthie’nin eşi Richard Rogers geçen hafta öldü. Bir daha gidebilecek miyim diye düşünüyorum. Daha önce George Michael, Prince ve David Bowie aynı sene ölmüştü ve 2021 en az 2016 kadar çok kişiyi aldı bu dünyadan.

*

Hayatta tek yapmak istediğim yazı yazmaktı ve ilk kez bu sene yazamaz oldum. Yazı bitince hayatın anlamı bir an için ortadan kalktı. İsrail’den, İzmir’den, Ankara’dan healer’larla görüştüm, yeniden terapiye başladım. Psikoterapinin standart ölçümlerine göre depresyonda gözükmüyordum, hatta gayet de işlevliydim. Hayatımda ilk kez kişisel gelişim ve kendini sevmekle ilgili kitaplar aldım ve bu konularda çalışanlara – daha önce dalga geçtiğim konuları – bir şans vermeye çalıştım.

Bu senenin sonlarına doğru içimdeki sıkıntının sebeplerini daha net anlamayı keşfettim. Kişisel tarihimde çok dalgalanmalı bir yıl oldu; aşırı bağlılıktan aşırı yalnızlık korkusuna, bir insanı sevmekten nefret etmeye ve sonra tekrar sevmeye, tanımlanamaz bir ilişkiyi yürütmeye çalışmaya ve olmayan anlamlar yüklemeye, güvenden güvensizliğe, yol ayrımına vardım altı ay içinde.

Böyle bir ruh halinde en yakın arkadaşımın doğum günü yemeğini pişirmeye yeltendim ve tabaktaki sonuç kendi içimin yansımasıydı: Kaotik ve başarısız. Yazı olmazsa mutfak beni kurtarır diye düşünüyordum. Bir gün yazı işini tutturamazsam, hayatımı kazanamayacak noktaya gelirsem hala – zamana, yıllara ve yaşa bakmadan – yemek okuluna yazılırım, aşçı olmayı öğrenirim, bir mutfakta işe başlarım diye B planı hazırlıyorum kafamda.

Bu sene bu B planı da çöktü. İnsan “orada” değilse ne yaparsa yapsın fark etmiyor, sonuç hep hüsran oluyor; öğrendim.

*

Asıl sıkıntım şahsi değildi. Etrafımdaki herkes mutsuz olduğu için ben de mutsuzdum biraz. Etrafımdaki herkesin mutsuz olmasının ortak paydamızla, geldiğimiz ülkeyle ilgisi vardı. Paranın mutluluk getirmeyeceğine inananlar Türk parası kazanıp dolar harcamamış olanlar herhalde. Bütün bunların bana, etrafımdakilere muazzam bir isteksizlik, motivasyonsuzluk ve yenilmişlik hissi verdiğini, ülkenin ağırlığıyla baş etmenin – üstelik bu konuda hiçbir müdahale ve tercih şansımız yokken – giderek zorlaştığını yaşayarak öğrendik. Hayatımın hiçbir senesinde bu kadar çok fiyatlar, Türkiye’nin hali ve döviz kuru konuşmamışımdır. Seyahatler, yemekler ve moda gündeme dahi gelmedi.

*

Bundan birkaç hafta önce Chicago’dan dönüyordum ve uçakta “Americanah”yı elime alıp altı ayda okuyamadığım 200 sayfadan sonra kalan 400’ü iki günde bitirdim. Uykudan gözlerim kapanacaktı ama kitabı tam da dedikleri gibi elimden bırakamadım. Normal şartlarda bir kitabı bitirdikten sonra yenisine başlamam zaman alıyor, ama bu yaz belki kendi terapime yardımcı olur diye elime aldığım Roland Barthes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar” kitabı yüzünden – sakın Türkçesini okumayın, berbat bir çeviri – ona gönderme yapan Jeffrey Eugenides’in “The Marriage Plot” romanını…hayatımı değiştirdi desem abartmış olmam.

Her şey bir yana, iki romanı arka arkaya bitirebilmenin zaferini yaşadım. Şimdi Kazuo Ishiguro’nun “Klara ile Güneş”ini okuyorum; çok beğenmesem de en azından kitap okuyabildiğime, üstelik hakkında tekrar yazı yazabildiğime minnettar olarak. Hakikaten de kitaplar en güzel kaçışmış. Bu nereye kadar devam eder bilmiyorum ama ben de bu berbat yılın bitmesini istiyorum. Arkadaşlarımın tutuklandığı, fiziksel saldırıya uğradığım, ölümlerle, küçük çaplı felaketlerle boğuştuğum yıl sonları oldu yakın tarihimde. Hiçbirinin bitmesini bu sene kadar çok istememiştim.

“The Marriage Plot” sonunda büyük aşk romanlarında kahramanın onlarca serüvenden sonra aşık olduğu kadına dönüp evlenme teklif etmediği bir olay örgüsü olup olmadığını sorguluyor. Henry James ya da Jane Austen’larda mutlaka ama mutlaka aşıklar kavuşuyor, sonu evlilikle, o zamanın standartlarına göre “mutlu son” ile bitiriyor. Peki ya kahramanlarının kavuşsa da evlenmedikleri, onca maceradan sonra bir araya gelseler de aslında birbirleri için doğru insan olmadıklarını anladıkları bir roman var mı? Böyle bir klasik roman yok ama olsa güzel olmaz mıydı? Birkaç hafta önce birkaç gün üst üste romandaki karakterin bu sorusu kafamı kurcaladı. Sanırım bu sene mutsuz sonla biten hikayelere de alıştım, hatta takdir etmeyi öğrendim. Bazen böyle olması gerekiyor, bazen böyle kötü yıllar da geçirmemiz gerekiyor galiba. Böyle bir son da fena olmaz.

İyi yıllar.

*

Not: Adichie’nin “Amerikana” romanı Can Yayınları’ndan, Jeffrey Eugenides’in “Evlilik Meselesi” Domingo’dan yayımlandı. Joan Didion’ın “Mavi Geceler”i de Domingo’dan yayımlandı ama baskısı yok, Arkadaş’tan yayımlanan “O Yılın Büyüsü” gibi. “Klara ile Güneş” ise YKY’den.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar