Bedirhan'ın yastığı!
Gecenin bir vakti... Yatakta kitap okuyorum yedi yaşındaki oğluma. Çocuk pür dikkat dinliyor, zaman zaman hikayeye gülüyor, zaman zaman da artık neredeyse aynı hikayeyi ezberlediğinden olsa gerek yanlış okuduğum veya atladığım kelimeyi anında yakalayıp doğrusunu hatırlatıyor bana.
Okuduğum kitabın adının ne olduğu, yazarının kim olduğu hiç önemli değil. Bu kadar çok müdahale ettiğine göre, birkaç kez okuduğum kitaplardan birisi olmalı.
Artık hikayenin her ayrıntısını ezberlemiş olan çocuk, bir ara elini uzattı, kitabı aldı benden, kapatıp yatağın başucundaki sehpanın üzerine bıraktı.
Burnumun üzerinde okuma gözlüğüyle öyle kalakaldım.
Bir şey söylememe fırsat vermeden;
“Baba, bana hikaye anlatsana” dedi.
Bir çocuğa hikaye okumakla, hikaye anlatmanın farklı şeyler olduğunu o anda fark ettim.
Bu keşfimin verdiği hazla oğlanın isteğini yerine getirmek için hafızamı yoklamaya başladım.
* * *
Yok bir şey! Oysa bende hikaye çok... Ama oluyor bazen, belleğin kilitleniyor, aklına bir şey gelmiyor. Veya aklına gelenleri sen o sırada, o ana konduramıyorsun.
Aklım başka yerdeydi çünkü.
Zorladım kendimi, hafıza kuyusunun en derinine indim, nafile...
Her durumda küçük Bedirhan’ın yastığı geliyor gözlerimin önüne.
Hani geride kalan babasının döşüne bastırdığı yastığı...
Yastığına rüyaları serpilmişti çünkü Bedirhan’ın.
Kokusu sinmiş,
Gözyaşı dökülmüş,
Her yerine teri bulaşmıştı!
Oğlu o sırada rüya, koku, gözyaşı ve ter olup yastığın içine girmiş, yastık da gelip babanın kalbine oturmuştu.
O yüzden bütün bedeniyle sarılmıştı ona.
* * *
“Hadi baba bana hikaye anlat” diye ısrar eden oğlumun sesi dalga dalga, gözümün önünden bir türlü gitmeyen o boş çerçevenin üzerine yayıldı. Bomboş bir resim çerçevesi... altında bir isim, iki tarih sadece:
“Mustafa Bedirhan Karakaya. 2017-2018”
Bedirhan’ın munis bakışları gelip saplandı kalbime.
Böyle bir hikaye anlatılabilir mi çocuğa?
Asla!
* * *
“İki tabut var hikayenin başında” diye başlayamazsın...
Biri büyük...
Biri küçücük...
Birinde anne yatıyor,
Öbüründe oğlu; oğul daha bebek.
“Sırtına havlu koyacak yaşa” bile gelmemiş henüz.
Tabutun başında bir baba...
Mıh gibi çakılmış yere.
Acıdan ölse bile ayakta kalacak.
Kucağında bir yastık...
Bedirhan’ın yastığı...
Arkada, derinden derine duyulan ince bir türkü...
“Ey Bedirhan; kancık pusuların belası...”
(Ahmet Kaya’nın sesini sadece ben duyuyorum.)
Kancık bir pusuda...
Engebeli bir dağ yolunda.
Hayatları boyunca hiç çocuk sahibi olmamış, tek bir çocuğun başını okşamamış, tam aksine binlerce çocuğu ölüme göndermiş PKK denilen bir tedhiş örgütünü yönetenlerin emriyle yola döşenen “kancık bir mayın”ın patlaması sonucu....
“Hey Bedirhan; gözleri şahan...”
* * *
O gün, o engebeli dağ yoluna saptıklarında muhtemelen Bedirhan nereye gittiklerini bilmiyordu. Ama annesi mutlaka “babaya gideceklerini” söylemiş olmalı ona. Bir yaşına yaklaşan çocukların ağzından genellikle önce “ba”, “be” sesleri çıkar. O “ba”, “be”ler tekrarlana tekrarlana “baba” olur.
Yoksa babayı anneden çok sevdiklerinden değil!
* * *
Ha bak aklıma bir şey geldi. Güzel bir fikir olabilir bu! Oğluma bir yaşındayken neler yaptığını anlatabilirim mesela.
Hikaye gibi...
Bulduğum fikir birazcık rahatlattı beni.
En azından bu vesileyle küçücük bedeni mayınla paramparça olmadan önce Bedirhan’ın da neler yaptığını hatırlamış olurum.
“Sen bir yaşını hatırlamazsın. İnsan hafızası en fazla üç yaşına kadar uzanabiliyor. Ama sen bir yaşındayken yaptıklarını bir bilsen, hayret edersin. Mucizeydin!”
“Neler yapardım baba?” diye sordu oğlan sevinç bulaşmış bir merakla.
“Bedirhan’ın yaptıklarını” dedim.
“Bedirhan kim?” diye sordu.
“?..”
Sorusunu cevapsız bırakmama bir anlam veremedi.
“Hadi bana bir yaşımdaki halimi anlat o halde” dedi ısrarla.
* * *
“Sen bir yaşındayken tıpkı Bedirhan gibi geceleri 10-12 saat uyuyordun, gündüzleri de bir iki kez daha...
Geceleri mutlaka uyanıyordun.
Annen mutlaka sesine uyanıyor, sana meme veriyordu. Memeyi çekiştire çekiştire tekrar uyuyordun. (Açlıktan değil.. anne memesi ilk sığınaktır!)
Bir yaşına geldiğinde yürümeyi öğrenmiştin.
İlk adımını hiç unutamam... Annenle sana bakmış, o sırada kainatta hareket eden her şey durmuş, sadece sen yürüyordun!
Bir yaşındayken parmakların eşyaya cımbız gibi yapışıyor, tuttuğunu bırakmıyordun.
Eline kalem veriyorduk, kağıda rastgele noktalar düşüyor, küçük küçük çizikler atabiliyordun.
Kaşık tutabiliyordun, bardak da mesela...
Çatalı yemeğe batırabiliyor, hatta onu ağzına bile götürebiliyordun, Bedirhan gibi.
Sevdiğin şeylere pür dikkat kesiliyor, ilgini çekmeyen şeylere yüz vermiyordun.
Hangi oyuncağın ne işe yaradığını biliyordun.
Birisi konuştuğunda hemen ona bakıyor, sonra onu dinleyebiliyordun.
El kol hareketleriyle derdini anlatıyordun.
Basit kelimeleri biliyordun, Bedirhan da biliyordu.
Her gün yeni bir kelime öğreniyordun.
Basit sorulara tepki veriyordun.
Başkalarının hareketlerini taklit edebiliyordun.
Hatta sınırlarını bile zorluyordun.
Ayrıca bir yaşındayken çok sinirliydin, Bedirhan da sinirli miydi bilmiyorum ama bir yaşında bütün bebekler sinirli olur.
Tepkilerini çığlık atarak, bağırarak, eşyalara zarar vererek ve kendini yere atarak gösteriyordun.
Bir yaş merak yaşıdır oğlum biliyor musun?
Her şeyi merak ediyordun, biz ne yapıyorsak onu yapmak istiyordun tıpkı Bedirhan’ın yapmak istedikleri gibi.”
* * *
Bir yaşındaki halini anlatırken gayrıihtiyari her cümlenin sonunda ağzımdan çıkan “Bedirhan” ismi ister istemez oğlanın dikkatini çekti.
Büyük bir merakla sordu:
“Baba, Bedirhan kim? Adını tekrarlayıp duruyorsun?”
“Bedirhan mı? Ha!” dedim ve hemen toparlamaya çalıştım: “Sen bir yaşındayken senin yaptıklarını yapan bir çocuktu. Ama hiçbir zaman senin şu andaki yaşında yaptıklarını yapamayacak.”
“Niye ki?”
“Uyuyor şimdi… melekler gibi...”
* * *
Anlatmamı istediği hikaye kaynadı gitti aradan.
Biraz daha sarıldı bana.
Göğsüm Bedirhan’ın yastığı...