V.S. Naipaul öldü, duydunuz mu?
11 Ağustos Cumartesi günü, 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Hint asıllı İngiliz yazar V.S Naipaul öldü.
Ölümü ertesi gün bizim gazete ve televizyonlarda pek haber olmadı.
Sosyal medyada, birtakım internet sitelerinde ölümüne dair küçük haberler çıktı, hepsi o kadar.
Diyeceksiniz ki, “adam 85 yaşına gelmiş, eceliyle ölmüş, bundan 17 sene önce Nobel almış, bizim de pek tanıdığımız bir yazar değil, ölümü neden haber olsun ki?”
Haklısınız.. İlk romanı “Gerilallar” 1997 yılının Şubat ayında bizde yayınlandı, sonra “Nehrin Dönemeci” ve birkaç romanı daha çıktı, ardından da Nobel aldı.
Nobel ödülünden sonra Orhan Pamuk, Ekim 2001’de Radikal Kitap’ta pek bilmediğimiz bu yazarı bize tanıttı.
Pamuk’a göre Naipaul, “İngilizleşmiş Hintli bir Trinidadlı... Hindistan'dan Karayiplere göç eden bir ailenin Londra'da eğitim görmüş çocuğu… Müthiş bir dil ustası. Kendine özgü, keskin bakış açısı olan, “Üçüncü Dünya’nın farklı sesi”ydi.
Pamuk yazısında onu şöyle anlattı:
"Naipaul, ne tam anlamıyla bir İngiliz Batılı, ne de öfkeli, ezik bir Üçüncü Dünya vatandaşıdır. Ama hem Batı'dan hem de Üçüncü Dünya'dan onda bir şeyler vardır. Naipaul kuralcı, disiplinci, muhafazakar bir İngiliz’in bakışıyla Üçüncü Dünya ülkelerini gevşeklik, hevessizlik, laçkalıkla ve bu ülkelerin vatandaşlarını da kural yoksunluğuyla, hatta ahlaksızlık ve kafasızlıkla suçlar. Bunlar başarılı bir birinci dünyalının fakir ülkelere küçümseyici bakışı gibi gözükür. Fakat Naipaul bu ezik ülkelerin içinden gelir. O ülkelerde yaşayan insanların, yoksul ülkelerin yoksullarının ne hissettiğini oralarda yaşamış, oralarda büyümüş biri olarak içerden bilir. Sol liberal bir İngiliz’in ırkçı ve küçümseyici bulunma korkusuyla bir Trinidadlı ya da yoksul bir Hintli veya Afrikalı hakkında söylemeye cesaret edemeyeceği ya da söylerken yüzünün kızaracağı şeyleri oralardan geldiği için söylemeye cesaret eder... Üçüncü Dünya ülkeleri hakkında bu ülkelerde yaşayan kimselerin söylemeye cesaret edemediği bir şeyi de söyler bizlere: Ezik ve yoksul ülkelerdeki insanların da biraz suçlu, kötü, biraz suç ortağı olduğunu, onların içinde de birer şeytan olduğunu, kötülüğün onların içinden de geldiğini söyler... Naipaul'un kitaplarındaki Üçüncü Dünya'nın insanlarını tam bir insan olarak görürüz. En azından suçluluk duyguları içindeki yazar bu zavallılara 'torpil' yapmamış, onları olduğu gibi görmeye cesaret etmiştir. Naipaul, yoksul Afrika ülkelerindeki, İslam memleketlerindeki orta sınıfları, diktatörleri ve onlara hayran yoksulları eğlenceli ve komik zavallılar olarak değil, kötücül, akılsız, ahlaksız, fırsatçı, ufuksuz, iradesiz ve kafası karışık olarak gösterir bize. Tabii ki her zaman değil. Ama liberal ve iyi niyetli sol bakış açısıyla kıyaslandığında
Naipaul'un vurgusu böyle gözükür...
Belki konu şöyle konmalı: Üçüncü Dünya ülkelerindeki açlık ya da sefalete karşı para topluyorsak, içimizi sevgi ve acımayla dolduracak büyülü gerçekçi romanları okumamız gerekir. Ama bu yoksulların New York'taki kulelere neden saldırı düzenlediklerini anlamak için Naipaul'un kitaplarında daha çok bilgi vardır."
Bu yazı üzerine, o sırada Yeni Şafak’ta yazan Cengiz Çandar, Orhan Pamuk’u destekleyen bir yazı yazdı. Çandar’ın yazısına da o sırada Radikal’de yazan Nuray Mert’ten bir cevap geldi. Mert, Pamuk ve Çandar gibi düşünmüyor, edebi kişiliğinden çok siyasi duruşuyla ünlenmiş olan Naipaul gibi birisine 11 Eylül’den sonra Nobel ödülünün verilmiş olmasını “manidar” buluyordu.
Bu küçük tartışmadan sonra Naipaul adı unutuldu gitti.
Ta ki aradan dokuz sene geçinceye kadar.
******
Dokuz sene sonra, Kasım 2010’da Naipaul gündemimize “lönk” diye öyle bir oturdu ki, onu oradan kaldırmaya birkaç vinç lazımdı. Öyle ki, bu süre zarfında hiçbir şey duymamakla ünlü sağır sultan bile Naipaul’un adını duydu.
17 Kasım-20 Aralık 2010 tarihleri arasında, bir ay boyunca o sırada matbuatta kalem oynatan kim varsa, erkeğiyle kadınıyla, sermuharriri sıradan köşe yazarıyla hemen hemen herkes Naipaul hakkında bir fikir yazısı serdetti. O bir ay boyunca Naipual hakkında yazı yazmayana Babıali’de kimse kız vermez oldu. Bir anda yüzlerce Naipaul uzmanı pıtrak gibi ortaya çıktı.
Bu ilgiye sanırım en çok şaşıran yine Naipaul’un kendisi olmuştur.
İlginç bir hikayedir, hikayenin kıyısında bir yerinde ben de vardım. Geçen hafta cumartesi günü, sabah sabah uyku mahmurluğu içinde evde dolanırken o sırada bir İsveç gazetesinin internet sitesine bakan karım ihtiyarın ölüm haberini verince bana, bir anda o günlere gittim.
Hepimizin hep birlikte Naipaul uzmanı kesildiğimiz o “tuhaf” günlere...
Anlatmasam bir şey eksik kalır!
******
2010 yılında İstanbul Dünya Kültür Başkenti ilan edildi. Bu vesileyle, etkinlikleri üzerine alan bir ajans, İstanbul’da “Avrupa Yazarlar Parlamentosunu” toplamaya karar verdi. Değişik türlerde yazan, farklı etnik kimliklere mensup bir takım Türkiyeli ve Avrupalı yazarlar İstanbul’a davet edildi. Parlamento’nun “onur konuğu” olarak bizden Yaşar Kemal, dışarıdan da 2001 Nobel Edebiyat ödülü sahibi V.S. Naipaul çağrıldı.
“Yazarlar Parlamentosu” 25-27 Kasım 2010 tarihleri arasında, İstanbul Hilton Oteli’nde toplanacaktı.
Ben de çağrılan yazarlar arasındaydım.
Her şey olağan seyrinde giderken, şair Hilmi Yavuz, Zaman gazetesinde bu “davete” verip veriştiren bir yazı yayınladı. Yavuz, Türkiye’de pek tanınmayan, Nobel almadan önce Orhan Pamuk’un keşfedip “bu herif ilerde kesin Nobel alır” diyerek İletişim Yayınları’na tavsiye ettiği, Nobel aldıktan sonra da kitapları bizde pek tutulmayan Naipaul hakkında 17 Kasım 2010 günkü “Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun ‘onur konuğu’ Naipaul’u tanıyalım” başlıklı yazısında dikkatimizi yazarın başka bir yönüne çevirdi.
******
Hilmi Yavuz’a göre Naipaul, tipik bir “sömürge aydını”ydı. “Allahlık Türk medyası, sırf Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı diye göklere çıkardığı bu ‘ehl-i salibin utanmaz yüzünü’ tanımıyor”du. Oysa “Rana Kabbani, Naipaul’un 1990 yılında dört İslâm ülkesine (İran, Pakistan, Malezya ve Endonezya’ya) yaptığı gezilere dair kitaplarından yola çıkarak bu Hintli İngiliz asilzadesinin Müslümanlara ilişkin gözlemlerini aktarmaktaydı”.
“Müslümanlar, 'geri zekalı', 'yaratıcı olamayan', 'hiçbir şeyi başaramayan' bir güruh, Naipaul'a göre! Kabbani, devam ediyor, Trinidadlı 'sömürge asilzadesi' Sir Vidiadhar'ı anlatmaya:
“Naipaul, İslamiyet'te yalnızca olumsuzluk görür:
Bu din, bütünüyle yararsız bir coşku uyandıran bağnazlık dinidir.”
Yavuz makalesinin sonunda şu soruyu sordu:
“Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun Türkiye temsilcileri ve bu oturumda konuşmayı kabul eden yazar dostlarımız, Müslümanları, bunca hakareti reva görerek aşağılayan bu adamla yan yana oturmayı nasıl içlerine sindirecekler?”
******
Hilmi Yavuz, bu yazıyla herifin cemaziyelevvelini orta yere serince bir anda çarşı karıştı.
Sorduğu soruyu duyan işin ehli ve ehli olmayan, Naipaul’u okuyan okumayan herkes kaleme sarıldı. Bir anda herkes “Naipaul uzmanı” kesildi:
Örneğin o sırada ‘Yeni Şafak’ta yazan Salih Tuna yazısına “Bu şerefsizin burada ne işi var” başlığını koydu ve adama “lavuk” gibi İngilizceye tercümesi son derece zor bir sıfat uygun gördü. (Lavuk, Kürtçeden Türkçeye geçen ender kelimelerden birisidir. “Erkek çocuk, delikanlı oğlan” anlamına gelir, Kürtçesi “lawik”tır.)
Ahmet Hakan ise “...tarihin en büyük sömürge imparatorluğunun kucağında oturduğunu unutuyor. Yani o derece zavallı bir ‘koloni çocuğu’ Naipaul” diyerek topa girdi ve “Naipaul gelirse gelsin, yeter ki bütün bu toz duman arasında benim ‘Naipaul’dan nefret etme hakkım’ elimden alınmasın…” dedi.
Star’da Elif Çakır da, “Naipaul Naipaul, Allah’ından bul!.. Zaten karışık durumda olan ülkeyi ne hale getirdin. Yine ‘istemezükçüler’ ile ‘istemezükçüleri istemezük’çüler karşı karşıya geldiler” dedi.
İsmet Berkan Hürriyet’te, ‘Sıradan faşizmin şerri, küçük ama emin adımlarla yaklaşıyor” dedi.
Rahmetli Hulki Aktunç Cumhuriyet’te bir meselle mevzuya duhul oldu: “Yitip gitmesini asla istemediğim bir yeniçeri meseli, bu Naipaul ve bizden kimilerine öyle denk düşüyor ki yazmadan edemiyorum: Zorba yeniçeri kafayı da çekmiş. Yolda bir Yahudi görmüş. Durdurmuş. Saldırma’sı ile biraz okşalamış ve sormuş:
‘Ulan katil, ben de seni öldürmezsem bana yazık!’
‘Ne cinayeti işledim? Masumum ben Ağa.’
‘Hz. İsa efendimizi çarmıha gerip öldürdünüz, değil mi? Alçaklar!’
‘Aman efendi, o dediğin olay 1600 yıl önceydi!’
‘Yapma ya! Ben demin duydum. Peki, hadi yaylan!”
Bu minval üzere giden, günde onlarca yazı, makale…
Matbuatta yazanlar ve geceleri televizyonda hadiseyi yorumlayanlar, birbirine zıt iki kampa ayrıldı. Bir grup “gelsin konuşsun” diyor, öbürleri ise “gelirse ayağını kırar, konuşursa ağzına biber süreriz’ diyordu.
Bu sırada etkinlik davetlileri arasında bulunan Cihan Aktaş ve Beşir Ayvazoğlu, Hilmi Yavuz’un çağrısına uyup programa katılmayacaklarını duyurdular.
Aktaş, yaptığı açıklamada “Onur konuğunun kim olduğunu Hilmi Yavuz’un yazısını okuyunca öğrendim,” dedi.
Düzenleyici ajans tartışmalardan etkilendi ve “Parlamento’nun toplanmasına birkaç gün kala, Naipaul arandı, hakkında yazılıp çizilenler aktarılıp, gelmemesi, ısrarını sürdürecek olursa davetin geri çekileceği” bilgisinin kendisine iletildiğini duyurdu.
Naipaul de bu “uyarı”yı dinledi, İstanbul’a gelmekten vazgeçti.
Böylece Avrupa Yazarlar Parlamentosu, ilan edilen tarihler arasında İstanbul’da olaysız bir şekilde toplanıp daha sonra dağıldı. (Ha, o toplantıda Müslümanlara hakaret eden bir sürü yerli yazar gözüme çarptı ama olsun, onlar bizdendi.)
******
Bu bir aylık “Naipaul Türkiye’ye gelsin mi gelmesin mi” tartışmasıyla ilgili Birikim Dergisi’nin daha sonra yaptığı bir kronolojiye göre, 17 Kasım-19 Aralık 2010 tarihleri arasında yazılı basında tam tamına 126 makale ve köşe yazısı yayınlandı. Televizyonlarda düzenlenen açık oturum programlarını ve gazete haberlerini saymıyorum bile.
İşte, geçen hafta cumartesi günü ölen ve ölümü gazete ve televizyonlarımızda haber olmayan Naipaul’un yerli bir hikayesi...
Ölümü matbuatta sanırım tek bir makaleye bile konu olmadı.