Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çivi gibi çakılmış hafızama.

        Unutmam ne mümkün!

        Ne zaman, nerede düştü aklıma, kimden duydum, hangi kitapta okudum bilmiyorum.

        Bir hikaye!

        “Prenses ile Nöbetçi” diyelim adına.

        Birkaç kez, birkaç dostuma anlattım.

        Aşk acısı çeken birisine iyi gelir diye anlattım bir seferinde. Bir seferinde bütün umudunu yitirmiş bir başka arkadaşıma.

        Sanıyordum ki, bana iyi geldiği gibi iyi gelecekti onlara da...

        İyi geldi mi, bir hisse çıkardılar mı kıssadan bilmiyorum ama her anlatışımda sanki ilk duyduğumda bana yaptığı etkinin aynısını onlara da yapacak, bende yarattığı duygunun aynısı onlara da geçecek diye umdum.

        Hikayeyi bitirdiğimde yüzlerine baktım.

        Hiç birisinin yüzü aklımda değil.

        Aklımda kalan sadece hikaye!

        *

        Orhan Pamuk
        Orhan Pamuk

        Bir vakte kadar hikayeyi Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ında okuduğumu sandım.

        Nedense aklımda öyle kalmış. Birkaç kişiye anlatırken de Orhan Pamuk’ta okuduğumu söyledim.

        Emindim buna.

        İlk çıktığında, bundan tam yirmi sekiz yıl önce bir bahar günü askere giderken henüz üzerindeki mürekkebi kurumadan Can Yayınları'na uğrayıp rahmetli Erdal Öz’den aldığım “Kara Kitap”ı İstanbul’un Anadolu yakasında, uzak bir ormanın içindeki bir askeri birlikte okumaya başladım büyük bir heyecanla.

        Galiba romanı ilk okuyan birkaç kişiden biriydim.

        Hafta sonları izinli, şehre gelirken belediye otobüslerinde insanların elindeki poşetlerin üzerindeki yazılara takmıştım, bir de yüzlerine; bu roman yüzünden.

        Yüzlerine bakıyordum insanların onlara hissettirmeden...

        “Hikaye yüzde gizlidir” demişti yazar bana.

        Sonra “Gizli Yüz” diye bir senaryo çıktı o romandan; galiba Ömer Kavur’a da bana yaptığını yapmıştı kitap.

        *

        Emindim hikayenin “Kara Kitap”ta olduğuna.

        Bir süre önce hikayeyi bulmak için karıştırmaya başladım romanı.

        Birkaç sayfa, birkaç sayfa daha derken, bir anda kendimi “Kara Kitap”ın dehlizlerinde buldum yeniden. Devam ettim, birkaç gün üst üste... Sayfaları çevirdikçe karşıma hep tuhaf hikayeler çıktı, hikayeler birbirine bağlandı, bir sayfa daha, ardından gelen bir sayfa derken, biraz sonra beklediğim hikaye karşıma çıkacak sandım ama nafile...

        Kitap bitti, elde kaldı hikayem...

        Aradığım hikaye “Kara Kitap”ta yoktu.

        Oysa emindim, hatta bir ara acaba yazar yeni baskılarında bu hikayeyi anlattığı bölümü çıkardı mı kitabından kuşkusuna kapıldım.

        Nedense hikayeyi en çok o romana yakıştırmıştım.

        *

        Hikaye şöyle:

        *

        Memleketin birinde bir padişahın sadece bir kızı varmış.

        Saz gibi bir kız, bir içim su!

        Padişah kızına düşkün mü düşkün, bir dediğini iki etmiyor; eli sıcak sudan soğuk suya değerse, başına büyük bir felaket gelmiş gibi üzülüyor.

        Ne malı mülkü, ne kasrı sarayı, ne görkemi ihtişamı... Varsa yoksa kızının mutluluğu...

        Kız gelir on sekizine, babasından bir doğum günü şenliğini ister. Padişahın canına mihnet... Haber salar ülkeye, en iyi çalgıcıları bulur, en iyi aşçılara en iyi yemekleri yaptırır, kızın bütün sevdiklerine kendi sevdiklerini katar, hepsini sarayına davet eder. Görkemli bir doğum günü şenliği tertipler.

        Kapının önüne de nöbetçi diye bir asker diker.

        Aylardan Eylül’dür.

        Misafirler gelir, konağın ışıkları yanar, içerde eğlence başlar, kapıdaki asker de arada bir kafasını kaldırarak pencereden içerde olup bitenlere bakar.

        Bir ara doğum gününü kutlayan kıza ilişir gözü.

        O an içinden bir zemberek boşalır. Bacakları titrer, sanki yukarıdan gelen bir gizli güç kollarına girmiş de göğe çekiyormuş gibi olur, hafifler, ayakları yerden kesilir.

        Kapıldığı duyguya bir mana veremez. Daha önce yaşadığı bir şey değil. Gözlerini ovuşturur, üstünü başını düzeltir, yüzünü çevirir, işine bakar.

        Ancak bir güç, yüzünü tekrar pencereye çevirtir. Gayri ihtiyari... Yeniden bakar, yine kızı görür, hissettiği şey şimdi daha da katmerleşmiştir.

        Artık adını koyar, evet prensese aşık olmuştur.

        Gecenin geç bir saati bütün konuklar dağılır, herkes yoluna gider. Asker orada, nöbette, pencerenin önünde.

        Prenses hava almak için kapıya çıkar. Gecenin ıssızlığında sadece nöbet bekleyen bir asker var.

        “Senin işin bitmedi mi, gitmiyor musun?” diye sorar.

        Asker, mahşer günü sınava çekilen bir günahkar tedirginliğiyle, “Ben gitmeyeceğim” der.

        Kız:

        “Niye?”

        Asker:

        “Aşık oldum ben.”

        “Kime?”

        “Size!”

        Prenses duyduklarına inanamaz. Bu ne cüret? Bu densiz askerin söylediklerini babası duysa o saat kellesini uçurur.

        “Hadi git evine, işin bitti” der.

        Ancak asker gitmemekte ısrarlıdır.

        Prenses onu orada bırakır, içeri girer.

        Sabah kalkar, bakar ki asker orada, dün gece bıraktığı yerde.

        Önemsemez.

        Bir gün, iki gün, bir hafta on gün derken, yemeden içmeden asker kapının önünde bekliyor.

        Madem askerin gitmeye niyeti yok, Prenses bir oyun oynamaya karar verir.

        Askere der ki:

        “Eğer burada penceremin önünde, tam üç ay boyunca, yani yılbaşına kadar yemeden içmeden, uyumadan dinlenmeden nöbet tutarsan, senin gerçekten de beni içten seven bir aşık olduğuna inanacağım ve seninle evleneceğim, hadi var mısın?”

        Asker dünden razıdır.

        Günler geçer, sonbahar biter, yavaş yavaş sert rüzgarlar çıkar, kış gelir, bir süre sonra kar, ardından zemheri soğuklar. Asker orada, pencerenin önünde, kaskatı, nöbette.

        Prenses pencereden bakar, iddianın yavaş yavaş sonuna geliniyor, yılbaşına birkaç gün var. Askerin saçlarına kar yağmış, bıyıkları buz tutmuş, kirpikleri buz..

        Yılın son günü Prenses kararını verir. Yeni yıla aşığıyla birlikte girecek. Babasına o gün durumu anlatacak, nöbetçiyi içeri alıp damat adayı olarak hazırlayacaklar.

        Sabah kalkar kalkmaz ilk işi, askeri eve alıp onunla evlenmeye karar verdiğini ona söylemek olacak.

        O rahatlıkla uyur.

        Sabah erkenden heyecanla kalkar, hızlıca giyinir ve kapıya çıkar.

        Bakar ki asker orada yok!

        Nöbetçi asker sözünde durmuş, üç ayını tamamlamış, prenses henüz uyanmadan şafakla birlikte çekip gitmiştir.

        *

        Bu hikayeyi bana kim anlattı, hangi kitapta okudum bilmiyorum, ama peşini bırakmayacağım!

        Gerekirse bir kez daha “Kara Kitap”ı okuyacağım!

        Diğer Yazılar