Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İstanbul Bebek’te, çarşının sonuna doğru yolun çatallandığı yerde durun, sırtınızı denize bakan binalara verin; “Arslanlı Konak” tam karşınıza gelecek. Bina Bauhaus tarzıdır. Güzeldir, o eciş bücüş binaların içinde varlığını hemen belli eder.

        Nazilerden kaçarak Eylül 1936’da İstanbul’a gelen Alman vatandaşı Yahudi bilim adamı Ercih Auerbach, aynı yılın Aralık ayında bu binada bir daireye yerleşti ve tam tamına 11 yıl burada yaşadı.

        Batı edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilen meşhur “Mimesis” kitabını burada yazdı.

        Her sabah evden çıkıyor, tramvaya biniyor, Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’ne gidiyor, dersini verip yine aynı yoldan evine geliyordu.

        Bebek o sırada küçük bir balıkçı köyü gibi bir yermiş.

        *

        1930’lu yılların başında Atatürk “İstanbul Darülfünunu”nda reform yapmak istiyor. Ama o sırada Maarif Vekaletini yürüten Esat Sagay’ın bu işi başarabileceğine inanmıyor. Dolmabahçe’de bir akşam sofrada kendisine karşı geldiği için uzun bir süreden beri yalnızlığa itilmiş ve her gün ona bir mektup yazarak bağışlamasını dilediği Dr. Reşit Galip bu iş için biçilmiş kaftandır; onu affederek Çankaya’ya davet eder.

        Reşit Galip koşa koşa gider.

        Maarif Vekili Esat Sagay da oradadır.

        Atatürk Sagay’a, “Hocam, siz artık yoruldunuz değil mi?” diye sorar. Anında yüzü sapsarı kesilen Vekilin cevap vermesini beklemeden, “Yerinize kimi tavsiye edersiniz?” diye sorar.

        Yine cevap vermesini beklemeden, “Herhalde Reşit Galip Bey’i” der.

        Reşit Galip hiç beklemediği bir anda kendi ismini duyunca kıpkırmızı kesilir.

        Atatürk son noktayı koyar, “Evet, evet onu tavsiye ediyorsunuz. Böyle düşündüğünüz için sizi tebrik ederim” der. (Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İletişim yayınları, s.174)

        Reşit Galip ertesi gün, 19 Ağustos 1932 günü yeni Maarif Vekili olur.

        İstanbul Darülfünunu Mart 1933’te kapatılır, “modernleşme karşıtı” oldukları gerekçesiyle birçok akademisyen işten atılır, onların yerine, daha sonra Auerbach’ın da dahil olacağı, Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınmış olan Alman bilim adamları alınır ve 1 Ağustos 1933 günü “İstanbul Üniversitesi” adıyla yeniden açılır.

        Tıp doktoru olduğu halde kendisine “inkılap tarihi profesörü” gibi kallavi bir akademik unvan verdiren Reşit Galip, üniversite kadrosuna yeni dahil edilmiş olan Alman hocalara yaptığı konuşmada, onların Türkiye’ye gelişini, 1453’te İstanbul’un fethiyle birlikte buradan kaçarak Roma’da İtalyan Rönesansını başlatan Bizanslı alimlerin “telafisi” olarak gördüğünü söyler. Ona göre, Avrupalı alemlerin “geri dönüşüyle” birlikte bilim terk ettiği yurduna geri dönmüş, bu dönüş modern Türkiye’de de benzer bir “rönesansa” vesile olacaktır.

        Latin alfabesine geçiş ve Darülfünun'un kapatılması Osmanlı mirasının kesin reddi anlamına geliyordu. Avrupalı bilim adamlarının üniversitede işe alınmasıyla birlikte buralardan gitmiş olan “Avrupa mirası” tekrar anayurduna geri dönecekti. (Kader Konuk, Doğu Batı Mimesis, Metin Yayınları, s.99-100)

        Reşit Galip buna inanıyordu!

        *

        Dünyanın en saygın filologlarından birisi olarak kabul edilen Erich Auerbach, İstanbul Üniversitesi’nde “klasik çağdan modern çağa Batı Avrupa edebiyatlarını” öğretmek üzere kolları sıvadı.

        Onun görevi, “Türk öğrencilerini hümanist gelenekle” eğitmekti!

        Yakın çevresine kısa sürede “çocuklarım” dediği Sabahattin Eyüboğlu, Güzin Dino, Azra Erhat, Mina Urgan, Fikret Elpe, Safinaz Duruman, Nesteren Dirvana, Süheyla Bayrav gibi, her biri daha sonra kendi alanında önemli birer isim olacak insanları topladı.

        27 Mayıs 1938 tarihinde arkadaşı Johannes Oeschger’e yazdığı bir mektubunda Auerbach, yaşadığı şehir ve ülkeyle ilgili şunları söyledi:

        “Pek çok açıdan şanslı sayılırım. İstanbul, özellikle de Avrupa yakasında oturmakta olduğum Boğaziçi büyüleyici bir güzelliğe sahip; hem de bizim gibi insanların en sevdiği türden, tarih içinde gelişmiş bir güzelliğe. Bu, çoğu harap durumdaki yalılarıyla kıyı boyunca uzanan tepelerden, camilerden, minarelerden, mozaiklerden, minyatürlerden ve kaligraflardan kaynaklanmıyor sadece, çeşit çeşit giysileri ve hayat tarzlarıyla insanlar, yediğimiz sebze ve balık, kahve, sigara ve Müslüman dindarlığının kusursuzluğunun kalıntıları da var. İstanbul asıl olarak hala bir Helenistik şehir; Arap, Ermeni, Yahudi ve şimdiki hakim durumdaki Türk öğeler, birbiriyle kaynaşarak ya da yan yana yaşıyor, bunları bir arada tutan da eski Helenistik kozmopolitlik. Tabii ki her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş ve piçleştirilmiş durumda ve bu eğilim giderek artıyor. Genelde çok akıllı ve becerikli olan yönetim bu modern barbarlaşma sürecini hızlandırmaktan başka bir şey yapamıyor. Yoksul ve çalışmaya alışkın olmayan ülkeye, varlığını sürdürebilmesi ve kendini savunabilmesi için bir düzen getirmek, modern ve pratik yöntemleri öğretmek zorunda. Bu, her yerde olduğu gibi burada da canlı gelenekleri bozan ve kısmen tamamen hayali kadim zaman tahayyüllerine kısmen de modern, rasyonalist düşüncelere dayanan saf bir milliyetçilik adına gerçekleştiriliyor. Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve İslam kültürü Arap kökenli bir yabancılaştırma olarak küçük görülüyor; hem modern hem de saf Türk olma isteği söz konusu. Bu çabalar, eski yazının yürürlükten kaldırılması, Arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine ‘Türkçe’ ya da kısmen Avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardı: Eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız; düşünce alanında son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu.” (E. Auerbach, Yabanın Tuzlu Ekmeği, Metis Yayınları, s.304)

        *

        Erich Auerbach
        Erich Auerbach

        Ben Erich Auerbach’ın adını ilk defa 2007 yılında vefat eden, romanlarını Kürtçe'den Türkçe'ye çevirdiğim rahmetli Mehmed Uzun’dan duydum.

        Mehmed Uzun ölümüne yakın son yıllarında İsveç’ten her gelişinde mutlaka beni de yanına alır, Bebek’e gider, “Arslanlı Konak”ın önünde durur, uzun uzun binayı seyrederdi.

        Sanki orada unuttuğu bir hatırası canlanacakmış gibi, öyle kederli, öyle hüzünlü bakardı binaya.

        Bir gün bana; “Héviya Auerbach (Auerbach’ın Umudu) adında bir roman yazmak istiyorum. Benim kahramanım tam 11 yıl boyunca aha şu apartmanda yaşadı, onun için her defasında buraya geliyorum” dedi.

        “Kim ki bu Auerbach?” diye sordum.

        Bebek Kahveye gittik, birer Türk kahvesi söyledik, başladı bana Auerbach’ı ve onun hakkında neden bir roman yazmak istediğini anlatmaya.

        *

        “Birkaç yıldan beri bu roman üzerinde çalışıyorum; bir yığın belge, materyal topladım, Auerbach'ın yaşayan asistanları dahil birçok kişiyle görüştüm, gezip dolaştığı mekanları dolaşmıştım.

        Batı'da yaşamasına rağmen bir Doğulu olan, üstelik Kürtçe gibi dünyayla iletişim konusunda ciddi sorunlar yaşayan bir dille yazan bir yazar olarak, bir Batılı olan ve Batı edebiyatı ve uygarlığının en temel eserlerinden birisi olan Mimesis'i Doğu’da yazmış bir filoloğun hayat hikayesini çok merak ettim. Meraktan öte konu beni çok ilgilendiriyor. Eğer gerçek anlamda Goethe'nin ‘dünya edebiyatı’ hayaline inanıyorsak, Doğulu bir yazarla Batılı bir yazar arasındaki ilişki önemli bir ilişkidir.

        Her şeyden önce Auerbach bir kaçak, bir sürgün, kovalanan, tehdit edilen bir aydın, bir yazar. Auerbach'ın kaçaklığı da yaratıcı düşünce ve eyleme çok inanmış her sürgün aydını gibi fazlasıyla hazin ve acıklı. 1935'de, Marburg Üniversitesi'nde çok başarılı bir roman dilleri profesörüyken, yeni Nazi yasalarıyla, Musevi olduğu için, okuldan kovuldu. Çevresindeki vahşet çemberi daraldığında, dostu, meslektaşı Leo Spitzer'in yardımıyla, kaçıp buraya, İstanbul’a sığındı ve aralıksız on bir yıl burada sürgün hayatı yaşadı. Türkiye'ye geldiğinde siyaset yapmayacağına, konuşmayacağına, ülkesi aleyhine hiçbir şey yazmayacağına dair ona bir kağıt imzalattırıldı. Yasaklı bir profesör olarak uzaktan, Nazi vahşetiyle, soydaşlarının, akrabalarının nasıl yok edildiğini, fırınlarda yakıldığını ibretle izledi. Şiddete, teröre, ırkçılığa ve soykırımına karşı edebi söze sığındı; tüm imkansızlıklara rağmen Batı uygarlığını yaratan yazarlar, eserler üzerinde çalıştı ve ölümsüz eseri Mimesis'i yazdı. Doğu'nun en önemli şehri olan İstanbul'da, referanslarından ve kendi özgün dünyasından uzakta, Batı hümanizmasının temel eserlerinden birini yarattı.

        Auerbach bir filologtu, her şeyin dille başladığına, iyiliğin de kötülüğün de başlangıcının dil olduğuna inanan, dil bilimini, edebi dünyayla, dostu Spitzer'le birlikte mucidi olduğu özgün edebiyat teorisiyle birleştiren bir filolog hem de. Dante'ye aşık, Dante'nin sürgünde yeni bir edebiyat dili yaratmasına hayran bir edebiyat kuramcısı... Doğu'dan hüzünle Batı'ya bakan, Batı'nın entelektüel değer yargılarıyla Doğu'nun otoriter, totaliter ruh halini merakla gözleyen -yine dostu Spitzer'le- karşılaştırmalı edebiyatın ilk örneklerini sunan bir dünya vatandaşıydı.”

        Burada araya girdim:

        “Bütün bunların seninle ilişkisi ne?” diye sordum.

        Şöyle cevap verdi:

        “Benim maceram da biraz onunkine benziyor. Ben de genç yaşlarımda İsveç’e sürgüne gittim. İğneyle kuyu kazarcasına Kürtçe romanlar yazdım. Auerbach nasıl Doğu’da oturup Batı edebiyatının en önemli eseri olan Mimesis’i yazdıysa, ben de Batı’da oturup Doğu’ya dair romanlar yazdım. Sürgünün onca çilesini tıpkı onun gibi çektim. Ama edebi sözün gücüne asılarak kendimi muhafaza ettim. Auerbach’la ilgili her şey yazarlığımı yakından ilgilendiren şeylerdir. İkimiz de aynı aynaya bakmışız, aynı aynada ikimizin sureti belirmiş. İkimizin yüzü aslında aynı yüzdü.”

        *

        Ne yazık ki Mehmed Uzun’un ömrü “Auerbach’ın Umudu” romanını yazmaya yetmedi. Bugün elimizde, romanın girişinden bir paragraf, romanın bir planı, karısı Zozan için yazdığı bir ithaftan başka bir şey yok.

        Gerisini giderken beraberinde götürdü!

        Diğer Yazılar