Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İyi yazarlar, berrak bir suyun dibindeki rengarenk çakıl taşlarına benzerler; üstünden ne kadar su ve zaman geçerse geçsin hep ilk günkü gibi parlak kalırlar.

        Onlardan birisini keşfetmek, yıllar önce kaybettin bir eşyanı, yıllar sonra aniden bulmak gibidir.

        Tarifsiz bir sevinç yaşatır insana.

        Samet Ağaoğlu böyle bir yazar oldu benim için.

        Yıllardan beri sağda solda hikayeci olarak adı çalınıyordu kulağıma ama her defasında aklımın bir köşesinde yer etmiş olan politikacı kimliği ağır basıyor, sanki politikacıdan yazar olmazmış gibi (oysa gelmiş geçmiş en meşhur politikacılarından birisi olan Churchill yazdığı tek kitap olan hatıratıyla Nobel almıştı) yazar tarafını keşfetmeye yeltenmiyordum.

        Ta ki tamamen bir rastlantı sonucu “Babamın Arkadaşları”nı okuyuncaya kadar.

        Bir Ziya Gökalp portresi var ki o kitapta... Bundan sonra; karısına kızdığı zaman Urfalı uşağını kovalaması sahnesi, büyük alimin adını her duyduğumda gözümün önünde canlanacak bir grotesk sahne olarak kalacak hafızamda.

        Ardından peş peşe hemen hemen bütün kitaplarını okudum, her kitabı bana yeni bir yazı hediye etti; müteşekkirim ona.

        Allah razı olsun ondan!

        *

        Birkaç gün önce “Marmara’da Bir Ada”ya geldi sıra.

        “Kendi hayat macerasından bir sahneyi” anlattığı Yassıada anılarına...

        Bu kitapta, ”memleketin siyaset alemine karışmış bir kişinin hatıralarından çok, insan kaderinin akıl, basiret, vicdan, korkaklık, cesaret, hıyanet, sadakat gibi tecellilerinden sesler” duydum, “renkler” gördüm, “kokular” aldım büyük bir kederle. Ve en önemlisi, “milletin tarihe göçmüş bir devrinden ibaret derslerini” okudum büyük bir hüzünle.

        Kendi namıma biraz daha zenginleştim!

        Samet Ağaoğlu
        Samet Ağaoğlu

        *

        Bu kitaptan önce okuduğum “Arkadaşım Menderes, İpin Gölgesindeki Günler”de Adnan Menderes’i, “maskesiz” politikacı olarak tarif etmişti Samet Ağaoğlu.

        Ona göre “tarih, maskesiz siyasetçilerin, hatta deha derecesinde zekiler de aralarında olmak üzere, hemen her zaman hüsrana uğradıklarını gösteren örneklerle” doluydu.

        Mesela Roma’da Sezar!

        Fransız İnkılabının bozguncu çocuğu Robespiyer!

        Rus İhtilali’nin esas oğlanı Troçki!

        Sonra bizde Mithat Paşa, Rauf Orbay!

        Ağaoğlu’na göre bütün bunlar ve daha birçokları siyaset ve devlet adamı olarak “maskesizliklerinin” cezasını çekmiş, büyük bedeller ödemişler.

        Yine ondan öğrendim. Meğer Adnan Menderes’in, Fethi Okyar’ın başında bulunduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası'na girerek politikaya bulaşmasına sebep olan kişi, birkaç hafta önce “Andımızın Mucidi” yazıma konu olan Reşit Galip Bey’miş...

        Ağaoğlu’ndan bir anekdot daha aktararak, asıl anlatmak istediğim hikayeye geleyim.

        Adnan Menderes, İzmir’in köklü ailelerinden birisi olan Evliyazadeler’in damadıydı. İzmir’in bu çok eski ailesine mensup kızlarla evlenenlerden üçü, Doktor Nazım, Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes hayatlarını sehpada bitirdiler.

        Cumhuriyet’in kuruluşundan Turgut Özal iktidarına kadar, “Devirlere isimlerini takmış kudretler arasında yalnız Menderes’in, evet yalnızca Menderes’in devrinde siyasal sebeplerden idam sehpası kurulmadı.”

        Menderes devri sehpasız bir devirdir yani!

        *

        Şimdi gelelim, Ağaoğlu’nun kitabından aktaracağım hikayeye...

        *

        26 Mayıs 1960 günü Başvekil Adnan Menderes Eskişehir’deydi. Ertesi gün Kütahya’ya, oradan da Konya’ya gidecekti.

        Bu üç şehirde de hazırlıklar yapılmıştı.

        Konya parti teşkilatı, Başvekili karşılamak ve Konya’dan Ankara’ya uğurlamak için yüzlerce vasıta tutmuştu.

        Konya Valisi, 1945 yılından beri burada görev yapan Cemil Keleşoğlu’ydu. İkisi oğlan, biri kız, üç çocuk babasıydı.

        Çalışkan bir idareciydi.

        Boyu uzun, yüzü açık buğday renkli, gözleri iri, siyahtı.

        Birçok vali gibi, 27 Mayıs sabahı onu da derdest ettiler, Yassıada’ya götürdüler.

        *

        Adaya gider gitmez, Keleşoğlu’nu büyük bir ümitsizlik sardı. Ama bunu ilk günlerde belli etmedi, sakladı, fakat gün geçtikçe sararmaya başladı.

        Genç karısını ve çocuklarını düşünüyordu. Geleceği kapkaranlıktı ve bıçak işlemez kör karanlığın içinde onları büyük bir çaresizlikle çırpınırken, feryat ederken hayal ediyordu. Bu hayal onu yiyip bitiriyordu.

        “Ama ben masumum” diyordu. “Bundan sonra bana iş vermezler, olsun. Her şekilde ekmeğimi kazanabilirim. Yeter ki suçsuzluğum ispatlansın.”

        Onu hayata bağlayan tek şey, masum olduğuna dair inançtı.

        Cemil Keleşoğlu
        Cemil Keleşoğlu

        *

        Bir gün, Türk Ceza Kanunu’nun değiştirildiği, 146’ncı maddeye bir fıkra eklenerek “fer’an iştirak suçu” (yardım ve yataklık) için 5 yıldan 15 yıla kadar ceza konulduğu haberi ulaştı Ada’ya.

        Demek ki tutuklu valiler, memurlar, siyaset adamları hiç olmasa “fer’an” suç ortağı sayılacaklardı.

        O halde mahkum edileceklerdi!

        Bu durumda emekli aylığı kesilecek, karısı, çocukları, aç sefil, perişan kalacaklardı.

        Bu endişesini birkaç arkadaşına söyledi. Kimisi teselli etti, bazısı her şeye hazırlıklı olmak lazım dedi.

        Ve korku yerleştiği beynini yavaş yavaş kemirmeye başladı.

        Şimdi hadiseyi hep, mahkum olarak emekli aylığının kesileceği, karısı ile çocuklarının aç kalacakları düşüncesi çerçevesinden ele alıyordu.

        Onun durumu diğer valilere benzemiyordu. Başvekilin Konya’da karşılanması ve Ankara’ya uğurlanması için yapılan hazırlıklar, darbeden sonra basın tarafından, diğer illerdeki Menderes aleyhtarı göstericilere bir “gözdağı” olarak telakki edilmişti.

        O halde kabak onun başına patlayacak, kesin mahkumiyet alacak, emekli aylığı kesilecek, karısı ve çocukları sefil olacaktı!

        *

        Bir süre sonra bütün benliğini, ruhunu teslim almış olan bu sabit fikrin esiri haline geldi.

        “İnsan ruhunun o korkunç kendi üstüne bükülmesi, yine insan ruhunun, kendi akıl ve zekasına içi göz kamaştıran ışıklarla dolu, sonsuz derinlikte bir kuyu gibi gözükmesi halinin sarhoşudur.”

        Yalnız bu ‘karısı ve çocukları aç, sefil, başkalarına el açmış’ felaketinin önlenmesi çarelerini düşünmeye başladı, sadece onu.

        İçindeki dövüş bunun üzerineydi.

        Mahkum olacak ve onlar aç kalacak!

        Bunu önlemenin tek yolu, tek çaresi mahkum olmamaktır!

        Fakat her şey hazır.

        Suç, kanun, mahkeme, her şey...

        Mahkum olmamak imkansız!

        *

        Hızla zayıfladı. Yüzü her gün biraz daha sarardı. Hemen hemen hiç kimseyle konuşmaz oldu. Sanki dilini yutmuştu.

        Ve bir gece mahkum olmamanın yolunu buldu. İçinden bir ses önce korka korka, sonra daha cesaretle fısıldamaya başladı:

        “Mahkemeler başlamadan önce ölürsen eğer mahkum olmazsın, devlet hizmet yıllarına göre de karına çocuklarına emekli aylığı bağlanır!”

        *

        Kararını hemen verdi. Ölecek! Böylece karısı ve çocukları aç kalmayacaktı.

        Bütün umudun tükendiği bir anda bulduğu yol rahat bir nefes aldırdı.

        14 Temmuz 1960 günü, sabaha karşı saat 03’te nasıl, nereden bulduğu bir türlü anlaşılamayan bir jiletle yatakhanenin tuvaletinde iki bileğini kesti.

        Onu kendi kanı içinde uzanmış bir halde bulanlar, yüzünü hiçbir gün bu kadar güzel ve huzur içinde görmemişlerdi.

        *

        Babası intihar ettiğinde Erhan Keleşoğlu Galatasaray mektebinde talebeydi.

        Liseyi bitirdi, SBF’ye girdi. 1983’te Bursa ANAP İl Örgütü’nün kurucusu oldu. Milletvekili adayıyken bir başka darbenin, 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren tarafından veto edildi.

        1989 seçimlerinde Bursa Osmangazi’nin kurucu belediye başkanı seçildi.

        *

        Samet Ağaoğlu, Cemil Keleşoğlu için, “iç dövüşü bir roman, bir trajedi konusudur” der kitabında.

        Ama 27 Mayıs’ın romanı ne “içerden”, ne de “dışarıdan” yazılmadı. Memleketin nasıl 27 Mayıs’a geldiğini Atilla İlhan “Aynanın İçindekiler” üçlemesiyle, Vedat Türkali “Bir Gün Tek Başına”nayla, Samim Kocagöz “İzmir’in İçinde”yle yazdı. O da darbenin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra...

        Muhafazakar yazarlar ise doğru düzgün tek bir roman bile yazmadılar. Ta ki 90’lı yıllara kadar. Sevinç Çokum “Karanlığı Delen Yıldız”ı, Yılmaz Karakoyunlu “Yorgun Mayıs Kısrakları”nı, Nilüfer Kuyaş “Yeni Baştan”ı yazdı.

        *

        Bu romanların hemen hemen tümünü okudum. Hiçbiri, Samet Ağaoğlu’nun birkaç paragrafta anlattığı vali Keleşoğlu’nun hikayesi kadar içimi acıtmadı.

        Diğer Yazılar